Post-Oryantal Durum

Sırplar ve Türkler, Yeniden

Öteki insanın mahrumiyetinden, çıplaklığından, statüsünden veya statüsüzlüğünden duyulan bu güçlü endişe, ideolojilerin şüpheli kesinliğinden paçayı kurtarıyor. Ne kadar uzakta olursa olsun, ötekini arama, onunla çoktan kurulan bir ilişkidir, dolaysızlığı ile, çoktan bir yakınlıktır. “Komşuya yakın olmak”tan söz etmek ne kadar gereksizdir?

Immanuel Levinas1

Sanki Türk canlıymış da etrafta geziniyormuş gibi vücudunun son parçası bile aynı yönde hareket edip sürünüyor.

Ivo Andric2

Eski bir mahalleyi ziyaret etmek istiyorum; yolları hâlâ Arnavut kaldırımlı, zamanın farklı takvimlere göre ölçüldüğü, Avrupa’nın bir an durup, kendisinin nerede başlayıp nerede son bulduğunu düşündüğü bir yeri ziyaret etmek istiyorum. Bu hayali yer, doğunun sisiyle örtülü kalabalık bir geçmişi barındırıyor içinde. Bu sis, Avrupa’nın sürekli uzak durmaya çabaladığı o uzak kimlikleri kısmen kuşatmaya devam ediyor. Güneydoğu Avrupa’daki bu yerler, eski Osmanlı hâkimiyeti ve Avrupa’nın unutulmuş kökenleri arasındaki belirsiz konumlarından ötürü, zamansal kökenlerinin muğlaklığı ve gelecek ufuklarının karmaşasıyla kendini gösteriyor. Bu yerlerde, Maria Todorova’nın, Avrupa’nın kendi yetersizliğini algıladığı bir söylem olarak tanımladığı3 bir “Balkanizm”le kendini gösteriyor. Edward Said’in işaret ettiği, tarihsel hafızada ve siyasi çizgide başkalaşması mümkün olmayan bir Arap ve Türk başkalığı sunan “Oryantalizm” söyleminin aksine, “Balkanizm” Avrupa’nın sınırlarında ortaya çıkan, Doğu ile karşılaşmaya işaret eden bir alandır. Batıya koşarken, uzunca bir süre Avrupa’nın kör noktasında kalan, İslâm kökenli kültürlerle melezleşme sonucunda Avrupa’nın kendisinde de doğuya ait bir iz bırakan bir alan.

Eril yara

Danilo Kis Balkan kültürlerinin önde gelen entelektüellerine, kendi ulusları tarafından sıradışı bir ceza verildiğini fark etmişti: bir omuzda eski bir konser piyanosu, öteki omuzda ölü bir atı biteviye sürüklemek. “Piyanoda çalınan her parçayı omuzlarında taşırlar; zaferde veya mağlubiyette at binen herkes de onların omuzlarındadır, dünyanın bihaber olduğu, tüm anlamlar ve atıflar, tüm savaşlar, destanlar, destan kahramanları”.4 Travmatik anıların Doğuya özgü yükü, yeni ulusal tasavvurla bütünleşecek bir yol asla bulamamıştır; bunun yerine, kökenini eril gururun yaralanmasında bulan bir geçmişin yükü olarak, minör Avrupa kültürlerinin ve bunların edebi yansımalarının karanlık oyuklarına yerleşmiştir. Kont Drakula’da cisimleşen sadist zulmün tarihsel kökeni de post-oryantaldir; çünkü adı tarihe geçmiş olan Vlad Tsepesh zulüm sanatını, sözde, Osmanlı esaretinde zulüm görürken öğrenmiştir. Şiddetin sadomazoşist döngüsü, kültürel olarak, medeniyetsiz negatifinin bedeninde, vampir benzeri yabanıl bir varlık olarak kodlanmıştır.5

Geçmişin bu kadim yaratığının sürekli olarak canlanması kültürel bir yaradan kaynaklanmaktadır. Bu yaranın iyileşmesi Balkanların Avrupa’ya dönüşünün habercisidir. Milli Sırp kimliği, Kosova Savaşı’nda ilk egemenliğin kaybedilmesinin sonucudur; Sırp kahramanların, yaşadıklarından emin olmak için bu yarayı tekrar tekrar tutkuyla deşmesi, bu ilk yaranın iyileşiyor olduğunun işaretidir. Ulus imgeleminin, egemen popüler kültürün kahramanlık şarkılarında kodlanmış olan bu yükü, Vuk Karadzic tarafından, yeni Balkan ulusu edebi kanonunun temeline nakşedilmiştir – tam da bu ulus, ondokuzuncu yüzyılda Avrupa’ya dönen.

Arı dil kavramı, asla Vuk’un milliyetçiliğinin bir parçası olmamıştır; çünkü Vuk Balkanlardaki kültürel çeşitliliğin bilincindeydi. Ne var ki toplumsal kimliğin melez niteliği, kahramansı erilliğe yönelik olarak duyulan o törensi coşkunun içinde erimiş ve bu, Kosova’daki o ilk eril yaranın popüler çekiliciliği aracılığıyla bütün öteki söylemlere hâkim olmuştu. Habsburg yönetimindeki şehirli Sırplar arasında baskın olan yurttaşlık kültürü modelinin, yeni Sırp kimliğinin kurulmasında işe yaramaz olduğu kanıtlanmıştı; çünkü bu, kana susamışlığı ve geçmişteki Doğulu efendiden alınacak intikamı değil, terbiyeyi ve sağduyuyu öne çıkarıyordu. Dositej Obradovic’in önderliğinde, yeni ortaya çıkan ulus için gecikmiş bir aydınlanma olarak başlatılan model, kozmopolit bir topluluk içinde bireyin sorumluluğunu esas alıyor, böylece Balkan kültürlerindeki farklı dini kökenler göz ardı ediliyordu.

Sırpların ve öteki Balkan uluslarının post-oryantal durumu, öznenin ulusal yapılanmasının yazınsal planının metaforu olarak, hâkimiyet olgusunun yarattığı etkileri incelemek için eşsiz bir fırsat sunmaktadır. Post-oryantal durumun hayali bileşeni olan Gotik imgelem, tek tek edebi ve kültürel kimliklerin eylemini gölgeleyen her daim karanlık bir fondur. Yaralanmış erilliğin yerel kültü, Makro Kraljevic gibi belirsiz figürlere yerleşmiştir; Osmanlı tebası ve isyancılar arasında kalan sorunlu bir kahramanın maceraları, her erkek-ve-milliyetçi-öznenin bölünmüş kimliğinin hikâyesini anlatır. Neredeyse beş yüz yıl boyunca süren, Avrupa’nın sembolik alanından dışlanma, Doğulu efendilerin hâkimiyetinde ezilen Hıristiyan toplulukların intikamını almak için geri dönen haçlı Avrupa hayaliyle aşırı-özdeşleşme aracılığıyla telafi edilecektir.

Oryantalizmden sonra

Edward Said’in oryantalizm kavramı, egemen ve madun arasındaki rol değişimi olasılığını hesaba katmaz. Bu rol değişiminde Doğu, geçici olarak egemen abject biçiminde tanımlanır, Balkan kimliğinin negatifidir ama yine de onun elzem parçası olarak korunmaktadır. Moderniteyle birlikte ideolojik devlet aygıtı haline gelen bu geçici tanım [interpellation], Balkanı, Avrupa’nın hem taşrası hem merkezi olarak kurar. Avrupa’daki merkezler Balkanları, kültürel bir konum olarak, Avrupa ve Asya arasında bir geçiş yeri şeklinde canlandırırlar; bu yerde sınırlar bulanıklaşır ve Avrupa sınırları Doğu sınırlarına doğru kaymaya ve onlarla kaynaşmaya başlar; bu karışım, meyve salatası için İspanyolların kullandığı sözcükle mükemmel bir şekilde ifade edilir: macedonia. Bu karışım, bir zamanlar Yugoslavya’nın parçası olan bir Balkan devletinin ismiyle eşseslidir; akıl almaz bir heterojenlikle beraber gelen bu etnik manzara, Avrupa’nın doğuyla ilgili endişesinin keskinleştiği yerdir; çünkü Avrupa’nın kendi kimliği her zaman için o ebedi soruya bağlıdır: Batı nerede biter, Doğu nerede başlar?

Uzun süren ondokuzuncu yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden tomurcuklanan yeni ulusal yapılanmaların kültürel kimliğinin gizli bir bileşimi olarak görülen Balkan kimlikleri, her zaman için, Doğuya özgü alışkanlıklarından kurtularak Avrupa’ya ve moderniteye dönme arzusunun güdümündedir. Said şöyle der: “Osmanlı İmparatorluğu, çoktan beridir, on dokuzuncu yüzyıla ‘Doğu Sorunu’ sıfatıyla nakşolunmak üzere, (Avrupa açısından) yürek ferahlatıcı bir kocamışlık konumuna yerleştirilmişti”.6 Avrupalı Doğuda çok yaşlı bir şey ölmeyi reddediyordu. Bu şey, ilerlemenin ve modernitenin karşısındaki engel olarak kıtanın hayaline derin bir biçimde nakşolunmuş, on sekizinci yüzyıldaki vampirimsi vebaya benzer bir salgındı. Henüz tatmin edici bir çözüme ulaşamamış olan Doğu Sorunu, Doğunun kendi içindeki yabancıyla ilgiliydi. Bağımsız Balkan uluslarının çelişik kökeni, Avrupa’nın kendi Doğu ufkunun içinden sorduğu bu ısrarcı soruya dayanıyor. Avrupa bir süredir, Doğudan sembolik olarak geri alınan sınırların marjinal konumuna bağlı olarak, kolektif kimlik daralmasının semptomlarını taşımaktadır. Şu anda, ortaçağa özgü farklı bir dönüşüm, daha belirgin bir Doğu’ya karşı bir savaş empoze etmektedir. Madrid’deki ve Londra’daki bombalama olaylarından sonra post-oryantal durum Avrupa’ya yayılmaktadır. Bu, içeride gizli bir İslâmi varlık biçiminde tanımlanan terörizm tehdidi sonucunda doğan yeni güvenlik önlemleriyle ilgili medya raporlarında çoktandır görülmektedir.

Sırpların Avrupası

Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyeti tarihsel açıdan “ancak koyu ve kanı andıran renklerle resmedilebilen, hakkında sakince konuşulamayan ve aklıselim halde düşünülemeyen bir bostan korkuluğu”7 olarak temsil edilmiştir. Osmanlı hâkimiyetinden çıkışı desteklemek adına, sözel geleneğin yazıya geçirilmesi laikleştirmeyle aynı zamanda gerçekleşmiştir; çünkü taşra moderniteleri Balkanlarda destan çarkı aracılığıyla üretilmiştir. Bu destan çarkı, ortaya çıkan ulusal kültürlere mitos ve tarih söylemleri lehimlemiştir. Örneğin, Sırp milli edebiyatının en yüce laik eseri, guslar’ın (halk ozanının) Kosova kolektif travmasına, yani dünyevi gücün abject egemenliğe kaybedilmesine ve kutsal aşiret şehitliği kanonundaki hayali özgürlük kazancına yaktığı ağıttır. Mikhail Bakhtin destan türünü, “öteki”nin söylemlerinin nüfuz etmesine müsamaha göstermeyen, resmi bir tür olarak tanımlamıştı. Bu tanım, politik bilinçaltını; toplumsal kimliğin bir şartı olarak, çoktan kurban edilmiş olanın sessizliğini oluşturur. Ulusun sessizliği belli aralıklarla yinelenen eril feryatlarla bozulur. Bu feryatlar, geçmişten önceki bir geçmişe, Kosova mitosunun anıtsal çağında Osmanlı iktidarına “itaate zorlanma”nın öncesine duyulan özlemin feryatlarıdır. Ulusal hayalin mazoşist tabiatı aynı ölçüde sanal bir sadizme bağlıdır. Bu sadizm, aynı mitsel zamansallığa bağlı olanlardan oluşan topluluğun hayatta kalması adına, soykırım öfkesinin ve şiddetinin sessizce onaylanmasına yüksek ahlaki değerler atfeder.

Kahramanlık destanının kurulduğu zamanlar ile, oyuncu ve seyircinin şimdiki durumu arasındaki bu muazzam uçurum, ünlü destansı mesafe, “ulusal gelenek” ile doldurulur. Bu gelenek, geçmişin kahramanları, olayları, görüntüleri ile, yeni ortaya çıkan halkın yazınsal hakikatinin şimdiki alıcısı arasında arabuluculuk yapar.8 Geçmişte kalan tarihin tekrarlanamazlığı, travmatik kayba ebedi geri dönüşe, Kosova mezarından çıkan bir kolektif yazı anıtına dönüştürülür. Destanları söyleyen ozanın gösterisi, ilk kaybın anısını, halkının bütüncüllüğünü ve gücünü hatırlatan bir türküye dönüştürür. Ulusun şehitliği, yeni ortaya çıkan kültür tarafından, egemen söylemin sessiz bir fon üzerinde kendi etnogenetik anlatılarını geliştirmesiyle yayılır. Küçük bir ulus kendisini, ideolojinin emir formunda, Avrupa’nın bir idea olarak algılanışında içerilmiş baskın bir çağrıda bulur.

İçerideki Doğu

Jacques Derrida, Carl Schmitt’in otoriteryen siyasi konumunu yapısöküme tabi tutarken şöyle yazar: “Avrupa’yı, Avrupalı olmayan bir istilacı olarak görülen İslâm’a karşı savunmak, o halde, herhangi bir savaştan, politik bir savaştan daha fazla bir şeydir. Aslında, açık konuşursak, bu bir savaş değil, politik olanla bir çatışma, bir politika mücadelesidir.”9 Öyle görünüyor ki Doğu, politikanın sonu ve doğal hukuka yakın bir mücadele tehdidini getiriyordu. Öyle yabancı bir güç ki, modernitenin ve demokrasinin simgesi olan Avrupa’yı tehdit ediyor. Avrupa, içindeki doğuyu dışlama ve ona zorla boyun eğdirme yoluyla sağlamlaşan bir kale.

Post-oryantal durum, Avrupa’yı ona ait sembolik sınırların dışında kalan bir güç olarak kuşatıyor. Burada Avrupa’nın kirlenen hukuki ve kültürel temelleri yabancı bir alanla karşı karşıya kalıyor ve bu alan, kendini acı dolu geçmişin sayısız geri dönüşüyle ortaya koyan Balkanizm söyleminde canlanıyor. Bu kültürel geçiş bölgesinde ortaya çıkan Avrupalı uluslar, bu olumsuz hayale direnmek için çaba sarf ediyorlar. Avrupa kimliği ise, kısmen çoklu emperyal ve sömürgeci kökenleri yüzünden, bu olumsuz hayalin kendi hayali olduğunu kabul edemiyor. Görece daha ufak Balkan uluslarının cellat-kurban öyküsü, şimdi Avrupa’nın ortasında, İslâmcı intihar bombacısı kisvesinde yeniden ortaya çıkıyor. Balkanlardaki etnik gruplar bu özgül “bostan korkuluğu” hayalini çoktan gündeme getirmişlerdi. Onlar için korkunun göstergesi olmuş, ulusal kimlikler ona karşı ulusun azametini ortaya koymuşlardı. Osmanlı gücü çözülüp Atatürk Türkiye’ye laik kimliğini kazandırdığında, benzer modernite travmaları aynı şekilde eski imparatorluğun merkezini taciz etmeye devam etmişti. Ulusun bölünmüş gövdesi kurulmuş, İslâmcı kökenlerden, aydınlanma paradigmasının askeri gücüne bir geçiş sağlanmıştı.

Hâlâ politik sınırın dışında olan Avrupalı komşular, eski zamanlara ve ortaçağa dayanan kolektif kökenlerin agonistik anılarını düşünmeden, sürmekte olan kültür göçüne katılıyorlar. Kökenlerin karmaşıklığının öyküsü en iyi İstanbul’da hissediliyor. Burada, yerinden edilen Roma’nın kendi sureti olan Konstantinopolis’in kalıntıları, İslâmcı fatihlerin belirsiz başkalığıyla buluşuyor. Merkezleşmesi Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne rastlayan bir yer burası; hayali bir Avrupa merkezinin Roma’dan doğuya, geleceğin Bizans’ına kayarak ilk kez yer değiştirdiği yer. Avrupa’nın başlangıcı ve sonu hakkındaki bütün basit anlatılara karşı koyan Doğu, tarihi açıdan henüz bunun farkına varmasa da, Avrupa’nın zaten bir parçasıdır.

Başkalık korkuluğu, toplu korku yaymak ve türler arasındaki farkı belirtmek için, neyin nerede başladığını gösteren sınırın öte tarafındakini uyarmak üzere kurulmuş bir insan suretidir. Bu kaygı ve korku nesnesi, içerideki Doğunun genel başkalığına karşı bir bütün olma duygusu adına katalizör işlevi görmekte ve Avrupa Birliği’nin sembolik alanından dışlamaya yönelik mitsel anlatılara yol açmaktadır. İçerideki Doğu açıkça ifade edilmeyen bir düşman olarak kurulmaktadır. Bu düşman, gericilikle, gerekli kültürel davranışların eksikliğiyle ve her zaman için ilk şiddet hamlesini yapamaya hazır olmakla itham edilmektedir. Oysa Avrupa’nın kendisi de post-oryantal durum konusunda çok bilgilidir; Avrupa kendisini, Agamben’in vita nuda’sı10 gibi onay bekleyen yabancı öznelerin arkaplanında, insan haklarının ve maddi zenginliğin kalesi olarak ilan etmektedir. Bu istisna üzerinde temellenir. “Hukuk, istisna olanın kapsayıcı dışlaması yoluyla içinde tutmayı becerebildiği şeylerden oluşur: bu istisna ile gelişir ve onsuz hükmü kalmamış bir kanundur.” Hem Türkiye hem de Balkanlar, bu hukuki “kapsayıcı dışlama” temelinde tahayyül edilmiş, modernite ve ilerleme söylemlerinin temelini teşkil eden post-oryantal durumun örnekleri olmuştur.

Not

Eski bir zamanın yarı karanlığına dalmış bu hayali, Arnavut kaldırımlı alandan dışarıya çıkarken, dikkatinizi tahta banklarda sessizce oturan yaşlı kadınlara çekmeme izin verin. Avlunun ortasındaki dev erik ağacına bakıyorlar, ağacın altında oturan yaşlı adamlar belli belirsiz başlarını sallıyorlar.

This article is based on a contribution to the panel discussion, “(Re)sounding empires. Old neighbours, new conflicts?”, which took place at the 18th European Meeting of Cultural Journals in Istanbul from 4 to 7 November 2005.

Immanuel Levinas, "Demythologisation and Ideology", Sean Hand (ed.), The Levinas Reader, Oxford: Blackwell 1989, 242.

Ivo Andric, Sabrana dela, c. 6, Belgrat: Prosveta 1991, 103.

Bkz. Maria Todorova, Imagining the Balkans, Oxford: Oxford UP 1997.

Danilo Kis, Skladiste, Belgrat: BIGZ, 1995, 306.

Bkz. Tomislav Z. Longinovic, Vampires Like Us, Belgrade: Belgrade Circle 2005.

Edward Said, Orientalism, New York: Vintage 1979, 76.

Ivo Andric, The Influence of Islamic Rule, 253.

Mikhail Bakhtin, The Dialogic Imagination, Austin: University of Texas Press 2002, 14.

Jacques Derrida, Politics of Friendship, London: Verso 1997, çev. George Collins.

Bkz. Giorgio Agamben, Homo sacer, Stanford: Stanford UP, 1998.

Published 13 March 2006
Original in English
Translated by İpek Seyalıoğlu
First published by First published in Cogito 44-45 (2006)

Contributed by Cogito (Turkey) © Tomislav Z. Longinovic / Eurozine

PDF/PRINT

Read in: EN / TR

Published in

Share article

Newsletter

Subscribe to know what’s worth thinking about.

Discussion