Demokratik Komşu: Genişleyen Avrupa'da

İnsan Hakları Politikası

18. Avrupa Kültür Dergileri Buluşması’ndaki oturum başlıklarından biri olan “Komşunu sev: İnsan Hakları Politikası”, bazıları tarafından İncil’e gönderme yapması dolayısıyla kışkırtıcı bulunacaktır. Her ne kadar Roma Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa İkinci Jean Paul, insan haklarının, Hıristiyan öğretisinin laikleştirilmiş mirası olduğunu söylese de, dinsel zorunluluklar ve laik normlar arasında karşıtlıklar gören birçok insan hakları savunucusuna göre, Hıristiyan geleneğinin insan haklarıyla özdeşliği apaçık olmaktan uzaktır.

Yine de hukuki normların kullanıldığı bir sözcük dağarcığı yerine “komşu” sözcüğünü ve çağrıştırdığı zengin yan anlamları tercih etmek için iyi nedenler var. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ndeki sözcük dağarcığının, karmaşık tarihsel çağrışımlar karşısındaki yetersizliği, beyannameye yönelik ilk siyasal başvurudan bu yana eleştirilmektedir. Bu temel haklar kime verilmektedir? Bu kişi bir hukuki faraziye midir? Post-modern bir benlik midir? Yoksa sınırsız güce tabi çıplak bir beden mi? Bu, tartışmalı bir mesele olmaya devam ediyor.

“İnsan hakları politikası” teriminin kullanımı da en az ötekisi kadar sorun teşkil ediyor. Tarihsel olarak insan haklarını “talep etmek”, “beyan etmek” ve “uygulamak” mümkün. Ama acaba “insan hakları politikası” diye bir şey var mı? Bu, 1980’lere ve 1990’lara özgü bir düşünce; bu dönemde, en azından Avrupa’da, Soğuk Savaş’ın sonu, uluslararası ilişkilerin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde birtakım ortak referanslar bulabileceği inancına yol açmıştı. Bu devir bitti mi?

Avrupa Birliği’nin genişlemesi 1990’ların insan hakları politikasının sonuna damgasını vurdu. Sovyet Bloğu muhalifleri, yani Vaclav Havel gibi insan hakları konusunda sembol hale gelen figürler, kendi ülkelerinde ve Avrupa’da öncü siyasetçiler oldular. Büyük bir başarı elde etmiş olmalarına karşın, yanılgı büyümektedir: bugün bazen, insan haklarının Batı’daki gerçek siyasal yaşamın sonunu getirdiği düşünülmektedir. Artık Avrupa bir bütün; bütün Avrupa ülkeleri birbirlerini komşu olarak görmek zorundalar. 1938’de İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’in, Çekoslovakya konusunda harekete geçmemesini gerekçelendirmek için kullandığı, “çok az tanıdığımız bu uzak ülkeler” deyişini tekrarlamak artık imkânsız. 1990’larda yaşanan coşku, insanların, Avrupa’daki görüş birliğinin, ortak politik bir model tanımı yapabilecek kadar güçlü olduğuna yönelik bir umut taşımalarındandı. Bu modelde serbest piyasa ekonomisi, hukukun üstünlüğü, özgür seçimler, çoğulcu bir anayasal düzen vs olacaktı.

İnsan hakları Avrupa’da hâlâ en önemli ortak başvuru noktası. Ne var ki bugün bu başvuru kaynağının politik rolü Avrupa topluluğu içinde bile daha zayıf.

Öncelikle Avrupa anayasasında, Fransa’daki tartışmalarda gördüğümüz üzere, refah sistemleri ve sosyal standartlar daha ciddi meselelere dönüşmüş görünüyor. En azından Fransa’da, sosyal standartların gelecekteki durumuyla ilgili yaygın endişe, Avrupa karşıtı tutumu açıklayan ana nedendir.

İkincisi, insan haklarının diplomatik rolü Avrupa Birliği’ndeki komşular arasında zayıflayacaktır. Ukrayna’daki Portakal Devrimi serbest seçimlerin önemini kutlamak için bir fırsattı. Öte yandan, Türkiye dahil, üye olmak isteyen diğer ülkelerde insan hakları meselesi küçük bir sorun olacağa benziyor. Şayet Türkiye ve Balkan ülkelerindeki olumlu gidişat devam ederse, üyelik müzakerelerinde politik, ekonomik ve sosyal yönlere daha çok, ve muhtemelen temel haklara daha az ağırlık verilecektir. Bu da bu tek başına üyeliğin garantisi olmasa da bu ülkelerde ileri seviyede demokratik standartlara erişileceği anlamına geliyor.

Üçüncüsü, haklı ve haksız savaşlar konusundaki tartışmalarda insan haklarına olumsuz yönden yaklaşılmaktadır. 90’lar insan hakları savunucuları için coşku dolu bir dönemdi. Bunun nedeni, BM Antlaşması’nın dünyanın dört bir yanında anında uygulanacağına inanmaları değildi; nedeni kamuoylarının Batılı ülkelerin müdahale etmeme tercihine güçlü bir şekilde karşı olmasıydı (bildiğimiz gibi, Balkanlar’a ilişkin resmi Avrupa politikası uzun bir süre “müdahale etmemek” olmuştur). Öte yandan, özellikle Fransa ve Almanya’da, Rusya’ya karşı şimdi alınan tavra bakarsak, insan haklarının 1990’larda oynadığı politik rolü artık oynamadığını görürüz.

Müdahale etmeme politikasının reddi, “insani yardım müdahalesine”, başka deyişle insan hakları adına askeri eylem düşüncesine yol açtı. Kosova’daki askeri müdahale, Balkanlar’da Avrupalıların ortak başarısızlığıyla geçen on yıldan sonra, sivillerin evlerinden ve kentlerinden çıkarılmama haklarını uygulama amaçlı askeri bir eyleme örnekti. 11 Eylül saldırıları manzarayı epey değiştirdi; bunun sonucunda Cumhuriyetçilerin zorla demokrasi yayma ve yeni “Büyük Orta Doğu projesi”ne, bir de “teröre karşı savaş” kavramı eklendi. İngilizlerin ve Amerikalıların Irak’a yaptığı müdahale, eski Yugoslavya’da müdahale etmenin kaçınılmazlığı konusunda birleşen insan hakları savunucuları arasında bir fikir ayrılığı yarattı. “Teröre karşı savaş” ve Irak saldırısı ile uluslararası ilişkilerin mimarisindeki zayıflık netleşti. Irak savaşı ile bir kez daha uluslararası topluluğun yetki eksikliği açığa çıkarak genişledi; ne var ki bu sefer insan hakları, şaşırtıcı bir biçimde, küresel güvenliği inşa etme ile ilgili uluslararası bir topluluk fikrine muhalifti. Immanuel Kant’tan BM Antlaşması’na dek, insan haklarına başvurmak, en azından, devletler topluluğu yoluyla asgari düzeyde de olsa uluslararası bir güvenlik inşa etme fikrinin bir parçasıydı. Eğer bugün -Amerikalı Cumhuriyetçilerin başlattığı “Büyük Orta Doğu Projesi”ni gözünde- insan hakları politikası, askeri eylem yoluyla ulus kurma ve demokrasi anlamına geliyorsa, o halde insan hakları politikasının 1980’ler ve 1990’lardaki anlamının sonu açıkça gelmiş demektir.

Buna rağmen, insan hakları uluslararası ilişkilerde hâlâ bir rol oynamalıdır. Her ne kadar birçok devlet iki yüzlü davransa da, insan hakları, birtakım ana zorunluluklar olarak yaygın düzeyde geçerlidir. İnsan hakları, yeni zorunluluklara ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi yeni uluslararası kurumlara yol açmıştır. Bu mahkemenin rolü gelecek yıllarda önem kazanabilir. İnsan hakları aynı zamanda, en azından kuramsal olarak, egemen devletlerin Realpolitik’ine karşı bir alternatiftir: Tsunami sonrası kurtarma operasyonunda olduğu gibi, STK’lar, devletler ve uluslararası kuruluşlar işbirliğine giderek bazı durumlarda kamu yararına çalışabilirler. Bu, devletlerin hâkimiyetini bırakması, tek tek her STK’ya körü körüne inanılması ya da uluslararası kuruluşların yarının küresel hükümetinin habercisi oldukları anlamına gelmiyor. Bu yalnızca, tahakküm gerçeğini dikkate aldığımız, ayrıca birçok uluslararası insani yardım programının ikiyüzlülüğünü ve ulusal ya da uluslararası düzeyde gerçek bir politik geçerliliği olacak tek bir insan hakları beyannamesinin imkansızlığını kabul ettiğimiz sürece, insan haklarına başvurmanın uluslararası ilişkilerde bir rolü olduğu anlamına geliyor.

İnsan hakları olarak bildiğimiz şey modernitenin siyasal programının bütününü oluşturmaz; daha ziyade onun kırılgan başarılarından yalnızca birini temsil eder. Dolayısıyla insan hakları bildirgelerinin sınırlı bir başarı elde ettiğini görmezden gelmek ve insan hakları politikasını sanki politik sistemlerimiz karşısında başlıca tehditmiş gibi eleştirmek makul olmayacaktır. Bugün insan haklarının rolü tehlikeli derecede küçüktür. Önceden, kavramın kendisi totaliter sistemlere karşı güçlü bir silahtı. İnsan haklarını yalnızca burjuva haklarının ifadesi olarak gören Marksist itiraz artık var olmadığına göre, artık biz de yeni eleştirilere bakabiliriz.

Bu eleştirilerin ilki, insan haklarını, modern bir iddia olan sınırsızlık’ın en iyi örneği olarak görüyor: bireyler, temel hakları söz konusu olduğunda hiçbir sınır tanımıyorlar. Bunun sonucu olarak, bu haklarla doğduğunu düşünen kişi, kendisini bir vatandaş olarak değil bir tüketici olarak görmeye başlıyor. Küresel serbest piyasa ekonomisinde sınırsızlığın ortaya çıkardığı başlıca riskin özgürlük ve saygı talebi olduğunu varsayarsak, buna şöyle bir itiraz getirilebilir: İnsan Hakları Beyannamesi’nin kendisinde aslında bir kısıtlama söz konusudur. Bu kısıtlama hakların çokluğundan kaynaklanmaktadır: örneğin mülk edinme özgürlüğü hareket özgürlüğü ile çelişebilir vs.

İkincisi, batı toplumlarının depolitizasyonundan sık sık insan hakları sorumlu tutulmaktadır. İddiaya göre insan hakları bireyin haklarına dayalı olduğundan insan hakları politikası, ortak karar verme gücü şeklinde anlaşılan politik yaşamın kısıtlarını unutma eğilimindedir. Bu sav sıklıkla, Alain Badiou’nün felsefesindeki gibi, bir azınlığın demokrasiden uzak bir devrimi göklere çıkarmasına, ve eylemle kararın etkili olmasının kanıtı olarak şiddet kullanımına yol açmaktadır.

Üçüncü eleştiri insanın dışlanması konusundaki eleştiridir. Giorgio Agamben, tuhaf Hannah Arendt okumasında (örneğin Homo Sacer’de), insan haklarıyla, batı tarzı politik modele, bireyin “çıplak yaşamı”na bir atıf girdiğini görüyor. Bu sava göre, insanlara doğuştan temel haklar vermek, politikayı biyopolitika üzerine kurmak demektir ki bu Agamben’e göre ulusçuluğa ve toplama kamplarına varacak bir ilişkidir. Aslında, Arendt İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde bireyin hukuki bir faraziye olarak tasarlandığına işaret etmiş ve bu yüzden Beyanname’nin politik haklarından yoksun bireyi koruyacak durumda olmadığını söylemiştir. Agamben, insan haklarının bireyi doğallaştırdığını (öteki fikrin tam zıddını) söyleyerek bu fikri tersine çevirir. Arendt görüşlerini “hak sahibi olma hakkı” fikri ile temel hakların sınırları konusuyla noktalamıştı; ona göre asıl mesele politik bir topluluk olmadığı müddetçe temel hak talebinde bulunmanın yararsızlığıydı, dolayısıyla insan haklarının uygulanmasının ilk garantisi politik bir topluluk oluşturmaktı. Bu savın aksine Agamben için İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ulus-devletin başlangıcıdır ve devlete bireyin “çıplak yaşamını” idrak etme olanağını sağlar. Slavoj Zizek Agamben’in analizini yorumlar ve bunun “İnsan Hakları’nın müstehcenliği” olduğunu iddia eder. İnsan hakları konusundaki bu neo-Leninist yorumda, sürekli bir istisna durumu olarak görülen demokrasinin totalitarizmden pek farkı yoktur ve demokrasi toplama kampları kurmaya yazgılıdır.

Bu üç eleştirinin amacı, demokrasiye radikal bir saldırıda bulunma yoluyla, insan hakları konusundaki anlayışı canlandırmaktır – birincisi muhafazakar, ikincisi Maoist, üçüncüsü ise Leninist’tir. Bu eleştirilerdeki açık ilke, insan haklarına yapılan göndermelerin sınırlarının ispatıdır; gizli ilke ise modern politikayı ve onun güçlüklerini, özellikle de çoğulculuğu reddediştir.

Öyleyse şunu kendimize sormalıyız: Demokrasinin esas anlamı nedir? Soğuk Savaş’ın sonu insan hakları politikasının sonuçta kazandığı zaferi değil yeni demokratik bir ödevin başlangıcını ifade etmektedir. Demokrasi yalnızca gücün düzenlenmesiyle ilgili değildir; aynı zamanda hak sahibi olma hakkı ve birtakım ortak değerlerin tanımlanmasıyla ilgilidir. Peki uluslararası ilişkiler söz konusu olduğunda, bu ödev neyi gerektirir? Şayet tembel tembel, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin işlemediğini çünkü gezegenimizde insan haklarının hâlâ ihlal edildiğini söylemeyeceksek, yeni çelişkiler ve yeni zorluklar demektir. Ayrıca, politikanın görevi beyannameler ve olgular arasındaki uçurumu mümkün olduğunca azaltmak değilse nedir?

This article is based on a contribution to the panel discussion, “‘Love thy Neighbour’. Politics of human rights”, which took place at the 18th European Meeting of Cultural Journals in Istanbul from 4 to 7 November 2005.

Published 13 March 2006
Original in English
Translated by İpek Seyalıoğlu
First published by Cogito 44-45 (2006)

Contributed by Cogito (Turkey) © Cogito (Turkey) / Marc-Olivier Padis / Eurozine

PDF/PRINT

Read in: EN / TR / MK

Published in

Share article

Newsletter

Subscribe to know what’s worth thinking about.

Discussion