Post-gerçek: Şeytanla Imzalanan Yeni Sözleşme
“Gerçek sanki bir defa daha gücünden oldu; insanlık durumunu tanımlayamaz hale geldi. Artık birbirimize yalandan başka söyleyecek bir şeyimiz kalmadı. Gelgelelim yalanlarımız kim olduğumuzu ortaya çıkaracak kadar güçlendi şimdi.”
“Sıradanlık güzelliğini bir an için birisi olmanıza imkân vermesinden alıyor. Gerçekse buna asla imkân tanımadığından dehşete düşürüyor.”
“Gerçekle aramda büyük bir sorun var. Dile geldiğinde ne olabileceğini hayal etmek bile istemiyorum; her şeyin durduğunu, çığ düşmüş gibi ileri ya da geri gitmenin mümkün olmadığını görür gibiyim sadece.”
(Steve Tesich, Karoo, 1998)
Batı dünyası 2016 yılından bu yana, politik ve medyatik alanda yaşanan tuhaflığı açıklamak için yeni bir kavram keşfetti. Kavram öncelikle politikanın post-gerçek (post-thruth/post-vérité) bir hal aldığı, gerçeğini yitirdiği ya da kendince bir “gerçek” icat ettiğini söylemek için kullanılıyor. Post-gerçek sözcüğünün 1990’ ların sonuna kadar giden, 2000’lerin başında yeni bir kamusal görünürlüğe kavuşan tarihsel arkeolojisine değinmeden önce içinde hangi anlamları barındırdığına bakalım.
Hemen anlaşılacağı üzere post öneki bir şeylerin sonunun geldiğine işaret eder. Politik post-gerçekten asıl anlaşılması gereken aslında politik olanın yeni gerçekliği ya da geçirdiği dönüşüm olmalı. Bu dönüşüm gerçeğin, gerçekliğin, doğruluk ile samimiyetin politik alanda artık kabul gören değerler olmaktan çıkmasına tekabül ediyor. Yitirilen: gerçek ile gerçeğin insan zihnindeki yansıması arasındaki bağlantı; insanın gördüğünü, düşündüğünü veya hissettiğini gerçeğe sadık kalarak ifade etmesine dair ahlaki ya da etik ilkenin bizzat kendisi; bir anlatıcının anlatısında ya da tanıklığında olguya sadık kalmayıp, samimiyetini ve dürüstlüğünü yitirmesini dert etmemesi.
Demek ki post-gerçek kısaca şunu ifade ediyor: gerçekle insan zihnindeki yansımasının birbirinden kopması; kimsenin tanıklığında olaysal ya da olgusal olana sadık kalma derdinin kalmaması; olgusal olanla bağlantılı gerçeğin, kendi hakikatinde artık ifşa olamaması. Neyin sonu gelmiştir? Gerçeğe ne tür bir ince hastalık musallat olmuştur? Bunu anlayabilmek için alanında ün salmış performans sanatçısı Sonja İvekoviç’in 1970’lerin sonunda Yugoslavya’da sergilediği bir performansa değinelim önce.
Sonja İvekoviç’in eseriyle temsil ettiği “gerçeğe” (hakikate belki de) vâkıf olabilir, diktatör rejimlerin gerçekle bağına dair sanatçının göstermeye çalıştığını kavrayabiliriz. Bunu yapabilirsek, post-gerçeğin ne tür bir “yeniye” işaret ettiğini sahih bir şekilde ele alabiliriz.
Bir elimde viski, bir elimde kitap Tito’ya karşı mastürbasyon yapıyorum
Sonja İvekoviç Torkut/Triangle (Üçgen) ismiyle ün kazanmış performansını General Tito’nun Zagrep’e 1979 yılının 10 Mayıs’ında yaptığı resmî ziyaret sırasında gerçekleştirir. Bu çalışmada birbiriyle bağlantılı üç kişi vardır: Sanatçı, Savska Sokağı’ndaki evinin balkonunda oturur; sokaktan motosikletli koruyucuları eşliğinde resmî arabasıyla General Tito geçmektedir; sanatçının evinin karşısında bulunan otelin (Westin Hotele) balkonunda General’in güvenliğini sağlayan bir güvenlik görevlisi vardır; bulunduğu balkondan İvekoviç’i gözetleyebilecek tek kişidir. Sokaktan motosikletli korumaları eşliğinde Tito geçerken, Zagrebliler yolun iki kenarında, barikatların arkasında bu resmigeçide bakmak ya da tanık olmak için toplanmıştır.
Performans şöyle vuku bulur: Tito’nun içinde bulunduğu araç sokakta göründüğünde sanatçı balkonuna çıkar; bir elinde kitap, diğer elinde bir viski bardağı balkonda oturmaya başlar. Aynı anda mastürbasyon yapıyormuş gibi yapar. Aşağıda görev yapan güvenlik görevlileri Sonja’yı balkonunun önünde görünmesini engelleyen beton bir duvar olduğundan göremezler. Sonja’nın hareketlerini karşıdaki otelin balkonundan gözetleyebilen polis, önündeki manzara karşısında tuhaf bir şey olduğuna kanaat getirerek; aşağıdaki meslektaşlarına durumu telsizle ihbar eder. Hemen ardından Sonja’nın kapısı çalınır; güvenlik görevlileri Sonja’ya “kişi ve nesnelerin balkonda bulunması” yasak diyerek “içeri girmek zorunda olduğunu” söylerler.
Sonja’nın yapıtı sanatçının yaşadığı politik ortamda iktidarın kendi büyüsü dışında kalanları tespit edip, gözetleyebildiğini, denetleyebildiğini, canı isterse de haklarında “hukuki” yaptırımlara başvurmaktan kaçınmadığını göstermeyi amaçlar. İktidarın kendi denetim alanının dışında kalan ya da kendisine mutlak bir bağlılık göstermeyen bireylere nüfuz etme gücü, bu bireylere ne özel yaşamlarında ne de tamamen kısıtlanmış kamusal varoluşlarında yaşam hakkı tanır. Üstelik kamusal alanın otoriter bir baskıyla biçimlendiği bu tarihsel anda feminist sanatçı Sonja kadın olarak egemen güç tarafından bastırılır; özel yaşamı ihlal edilir. Sanatçı üç karşı çıkışla iktidara meydan okur: İktidarın resmî ihtişamıyla alay eder: “Tito ihtişamlı ve hükümdar varlığına kadeh kaldırıyorum” dercesine viski içer; düşüncenin yasaklanmasına rağmen okumaya devam edenlerin olduğunu vurgular; son olarak da erkek egemen kamusal alanı (iktidarın tamamen denetimi altında olduğundan varlığından söz edilebildiği kadarıyla) daha çok erkeklere atfedilen viski eşliğinde mastürbasyon edimiyle “ihlal” eder.
Eserin dikkati çektiği iktidar yapıları ile bağlantılarına gerçek nerede sorusuyla bakmayı denerken, gerçeğin sonu demekle neyin kastedilebileceğini kavrayabiliriz bel-ki. Öncelikle kitlesel yığışmanın içinde gerçekten gizlenerek kendi olduğuna inanan bireyler vardır; coşkularının büyüsünden başka bir dertleri yoktur sanki. Utkulu bir adanmışlığın keyfini sürerler. Kendisine adanmış olanların hayran bakışlarındaki yansımasında gücüne güç katan bir Tito vardır. Tito’nun da gerçekle bir derdi olduğu söylenemez. Güvenlik güçlerinin tek bildiği, yüce lideri kem bakışlardan korumaktır. Gerçeğin bizatihi bastırılmasını (bilerek ya da farkında olmadan) misyon edinmişlerdir. Geriye gerçekle tek derdi olan sanatçı kalır. Kalabalığın ve baskıyı meşrulaştıranların yerine Tito’ya bakar. Gördüğü bir baskı ve denetim rejiminin resmidir, gerçeğidir. Eseri iktidara odaklanmış büyülü bakışların neyi göremediğini (ya da neyi görmemeyi tercih ettiğini) ifşaya soyunmuştur. Sonja hem kalabalığın hem de Tito’nun gücünü sarsacak olanın (Steve Tesich’in yazının girişinde yer alan deyişindeki çığ düşmesini anımsarsak), ihtişamın gerisinde yatan ve bastırılan gerçek olduğunu göstermek ister. Anlık kitlesel bir buluşmada (milletin bekası, güvenlik ve istikrar, ekonomik büyüme, ülkelerinin kadiri mutlak gücünün dünyada hâkim olacağı türünden vaatleri toplumsal “hastalıkların” farmakonu olarak kanıksayanların) varoluşu ile gücünü bu sahte varoluştan alan totaliter iktidarın bekasını çıkmaza sokacak tek tehdit, gerçektir. Bastırılması ve yasaklanması da bundan ileri gelir. Gizlenen gerçeği ifşa etmeye çalışanlar bu nedenle koğuşturulur, hapsedilir, ölüme mahkûm edilir; gerçek, totaliter rejimler için onu görebilenlerle birlikte duvarların ardına tıkılabilecek ya da mezarlara gömülecek bir tehdittir.
Bir kez ortaya çıkmayı başarırsa, ardından ne olacağı hayal bile edilmemesi gerekendir. Totaliter rejimlerin illet olarak gördüğü gerçek ortaya çıktığında, dilden dile dolaşabildiği ölçüde kabul görüp mutlak iktidarı kendi büyüsünün içine gömebilecek bir güç kazanabiliyordu. Rejim yıkılabiliyor, yeni politik bir uzlaşı arayışı ortaya çıkabiliyordu.
Cehalete övgü
Post-gerçek kavramı, totaliter rejimleri yerinden edebilecek bir güce sahip olan gerçeğin günümüzde içine düşürüldüğü müşkül duruma işaret eden bir kavram. İlk defa 1990’lı yılların başında kullanılan ve 2016 yılında ünlenen post-gerçek kavramı, demokratik ya da (görünüşte olsa bile) demokratikleşmekte olan ülkelerde ortaya çıkan yeni bir fenomene dikkati çekmek için başvurulan bir kavram. Çağımız politik rejimlerinin yapısal bir niteliği olarak karşımıza çıkan post-gerçek ile totaliter rejimlerin ortaya çıkmasına zorla engel olduğu gerçekten farkı nedir? Bakalım.
Ekonominin küreselleşmesiyle ve ulus devletin zayıflamasıyla bağlantılı olarak, halk politik, ekonomik ve kültürel elitin kendisini kaderine terk ettiğine kanaat getirmiştir. Yeni medyanın herkesin kendisini istediği gibi ifade etmesine imkân tanıdığı kanısı yaygınlaşmış, gerçeğin ifade edilmesinin önünde artık hiçbir engelin kalmadığı inancı güçlenmiştir. İlki popülist politikaların yaygınlaşmasına, ikincisi bu politikaların meşruiyetinin sorgulanmamasına, eleştiriye tâbi tutulamamasına yol açmıştır.
Bu iki olguya bağlı olarak halk, politikacılardan gerçeği söylemesini talep etmez olmuştur. Halktaki kendi kaderine terk edilmişlik hissi popülist politik oluşumlar tarafından iyi bilinen ve kendi iktidar hırsları için (bunu tabii ki açıkça ifade etmezler) kolayca kullandıkları bir kaynağa dönüşmüştür. Bu nedenle gerçek duygu, tutku ve inanç lehine ikinci plana atılmıştır.
Yeni medya düzeninin şeffaf bir toplumda yaşandığı savı da isteyenin istediği yer ve zamanda gerçeğe ulaşabildiği zannını güçlendirmiştir. Oysa bu medya düzeni, olayların sürekli yinelenmesi ve yenilenmesi zorunluluğuyla toplumsal ve politik hafızayı yapboz tahtasında her gün darmadağın eden bilgi/ haber üretim yapısı nedeniyle gerçeğin izinin sürülmesini imkânsız kılmaktadır.
Yukarıda değindiğimiz gibi totaliter rejimler de halkın kitlesel olarak paylaştığı kendi kaderine terk edilmişlik duygusunu popülist amaçları için kullanmışlardı. O zaman da halkın entelektüellere karşı hınç duyduğunu (böyle bir hınçla doldurulduklarını) bilmeyen yok. Ama yine de Aydınlanma düşüncesi bugün olduğu kadar darmadağın edilmediği için, kitle düşünenin ya da sanatçının karşısına arsızca kendi beğenisiyle çıkmıyor, eğitim ve kültür düzeyinin yükseltilebileceğine, böylece insanın içinde yaşadığı gerçeği idrak edebileceğine inanan toplumsal oluşumlar da etrafına kalabalıkları çekebiliyordu.
Recep İvedik filmlerinin gişe rekoru kırdığı günümüzde ise, cehaletin kutsandığını, entelektüel yetinin yerildiğini hatta tiksinç bir şeye dönüştürüldüğünü görüyoruz. “Cahil” kitlenin kendisinden duyduğu hoşnutluğun pohpohlandığına tanık oluyoruz. Gerçeğe her isteyenin kolayca erişebildiğinin söylendiği iletişim çağında, gerçeğin haber bombardımanı içinde yok edildiğine kimse inanmıyor. Dahası politik ve medyatik güce sahip olanlar gerçek dile geldiğinde
bunun bir yalan olduğuna kitleleri ikna etmekte hiç güçlük çekmiyor artık. Politik ve medyatik popülizm geliştirdiği yeni karşı-gerçek üretme düzenekleriyle gerçeği toplumsal şeffaflık ideolojisinin içine kolayca hapsedebiliyor. Gerçeğin her şeye rağmen ortaya çıkmayı başardığı anlarda ise, toplumsal düzeni yıkmak isteyenlerin (teröristlerin) bir komplosu olduğu açıklaması çabucak kabul görüyor; gerçek baskı ve şiddet düzenini sarsma gücüne bir türlü sahip olamıyor.
Post-gerçek nitelemesinin gözler önüne serdiği şey, ortaya çıktığında bile gerçeğin artık politik skandallara yol açma gücünü yitirmiş olmasıdır. Politik ve ekonomik yolsuzluklar ortaya çıktığında kimse bu yolsuzlukları yapanların işlediği suçlardan dolayı cezalandırılması gerektiğini düşünmüyor. Bu talebi dile getirenler de düzen karşıtı yalancılar olarak yaftalanıyor.
Kendi yalanlarını yalanlayan politikacılar
Post-gerçek nitelemesi geçen yıl vuku bulan iki olguyla birlikte kullanılmaya başlandı. İlki İngiltere’nin Brexit olarak da anılan Avrupa Birliği ile yollarını ayırmaya girişmesi; 2016 Haziran ayında yapılan referandumda %52 evet oyuyla bu girişim gerçeklik kazandı. Yalnız bu oylamada tuhaf olan, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılması için halka fikrinin sorulmasının ve halkın cevabının da olumlu olmasının bu çıkış için yeterli olmamasıydı. Ayrılma sürecinin bürokratik sorunlar ve ayrılma konusunda devletler düzeyinde yapılması gerekli müzakereler yüzünden en az yedi yıl alacağı söyleniyor; Kuzey İrlandalılar ve İskoçlar ise Avrupa Birliği’nden ayrılmak istemediklerini beyan ettiler. Bu olaylar, Büyük Britanya İmparatorluğu’nu parçalanma riskiyle burun buruna getirdi. Kuzey İrlanda ve İskoçya’nın yanı sıra Büyük Britanya toprakları içinde sayılan tek komşusu İspanya olan Cebelitarık da oylamada yüzde yüze yakın oranda olumsuz oy kullandı. Brexit projesi bir çıkmaza dönüşürken; referandumun ne adına yapılmış olduğunu anlamak da güçleşti. Halkın iradesine sanki halk böyle bir iradeye sahipmiş gibi yapılarak başvurulmuş olması da bu işin post-gerçek boyutunu oluşturuyor. Post-gerçek, halkın sahip olmadığı karar verme iradesine sahip olduğuna kendisini inandırması ya da halkın politik düzenin kendisine irade sahibiymiş gibi davranmasına tav olması. Post-gerçek asıl referandum sırasında dile gelen yalanlar ve yalanların yalanlanması söz konusu olduğunda daha ilginç bir hal alıyor. Bağımsızlık yanlısı Nigel Farage referandumun hemen sonrasında, her hafta Avrupa Birliği bütçesine aktarılan 450 bin avronun geri alınacağına dair verdiği sözün, kendi partisinin yaptığı bir hata olduğunu açıklar; Farage’ı destekleyen seçmenler bu açıklama karşısında şok geçirmezler.
İkincisi ABD 2016 Başkanlık Seçimleri. 8 Kasım’da Başkan seçilen Donald Trump’ın kampanya sırasında dile getirdiği ve doğru olduğunu iddia ettiği olayların/ durumların gerçeklikte hiçbir karşılığının olmaması. Trump’ın konuşmaları tarandığında içeriğin %70’nin gerçek olmadığı saptanmış. Trump sürekli kendisine karşı komplo girişimlerine bulunanların yaydığı “yalanlara” karşı kendi “gerçeklerini” oluşturmasının yanı sıra kendi yalanlarını da yine kendisi yalanlayan bir politikacı. Örneğin Barack Obama’nın doğum sertifikasının sahte olduğunu iddia etmesinin üstünden çok da zaman geçmeden hiçbir skandala yol açmadan yalanını yalanlayabilmişti.
Bunlar Türkiye’de de sık rastladığımız örnekler. Resmî dilin “darbe kalkışması” dediği olayın ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen cemaatinin kendilerini “aldattığını” söylemişti. Referandum sırasında yaptığı açıklamalardan birinde ise kendisini yalanlarcasına “politik hayatım boyunca ne aldatıldım ne aldattım” şeklinde bir açıklama yapmaktan kaçınmadı. Politikacıların iyi yalancılar olmak için nerede hangi yalanı söylediklerini anımsamak gibi bir derdinin olmadığı, medyanın anımsatma görevini üstlenmeyip dile gelen yalanları pekiştirdiği, halkın da bugün neyi duyup yarın neyi unuttuğunu pek de dert edinmediğini gösteren bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Türkiye referandum süresince dilin eğilip bükülmesinin de sayısız örneğine sahne oldu. Rejim değişikliğinin değil “sistem değişikliğinin”, Başkanlık rejimine geçişin değil “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin” halk oylamasına sunulduğu türündeki argümanlar, bunlardan sadece birkaçı. Referandum boyunca demokratik hak ve özgürlüklerin sona erdirilmesi gerçeğine karşı, Türkiye’nin daha demokratik bir ülkeye dönüşeceği savunuldu. Millet egemenliği yok edilirken başkanlık rejimine geçişle milletin ülke yönetiminde daha fazla söz sahibi olacağı iddia edildi. Kuvvetler ayrılığına son verecek politik bir yapılanma, gerçek kuvvetler ayrılığının hayata geçirileceği bir iyileşme olarak takdim edildi.
Anayasa değişikliği oylamasına olumsuz yaklaşanların kamusal alanda kendini temsil etme hakkı ihlal edildi. Bu yapılırken “güçlü bir demokrasi” (aslında güçlü bir devlet) ve “uzlaşma kültürü” (aslında Türk-İslam milliyetçiliğine dayalı ayrımcılık) sloganlarıyla “tüm millet bütün kalbiyle” evet oyu vermeye davet edildi. Sokaklarda AKP ve MHP kanadının yanında yer alan militanlar demokrasiye o kadar inanmışlardı ki, oylamada hayır oyu kullanmaya eğilimli kişilerin “demokrasiden ne anlıyorsunuz?” sorusuyla karşılaştıklarında, başkanlık rejimine geçilmesiyle “asıl siz bundan faydalanacaksınız, daha özgür olacaksınız” demenin ötesinde demokrasinin ne olduğuna dair hiçbir argüman ileri süremedi. Bu şekilde demokrasinin asıl anayasa değişikliğine karşı çıkanların dert ettiği bir değer olduğunu da itiraf etmiş oluyorlardı.
Öylesine demokratik bir ortamda referandum oylamasına gitmişti ki Türkiye, devletin resmî televizyon kanalları, AKP yanlısı gazeteler ve hatta Aydın Doğan Grubu içinde bulunan CNN Türk bile başkanlık rejiminin aleyhindeki politik oluşumun temsilcilerine yer vermemekte, ekranı ve sayfaları iktidara teslim etmekte neredeyse birbirileriyle yarıştılar.
Yukarıda ifade edildiği gibi post-gerçek fenomeni, demokratik olan ya da olmayan ülke ayrımı yapmadan dünyayı kuşatan bir fenomene böyle dönüşmüş görünüyor. Politikacıların yalanları ortaya çıktıklarında artık hiçbir skandala yol açmıyor. Aksine yalan sahiplerinin politik güçlerine güç katıyor.
Gerçek Fobisi
Asıl soruya geri dönecek olursak, geçmişteki totaliter rejimlerinin üstüne bina edildiği yalan düzeninden günümüzün post-gerçeklikle nitelenen demokratik rejimleri nasıl farklılaşıyor?
Post-gerçek kavramını ilk defa 1991 yılında Körfez Savaşı’nın arifesinde ödüllü senaryo ve roman yazarı, Tito rejimi yüzünden önce İngiltere’ye ardından da Amerika’ya kaçan Steve Tesich Nation dergisine yazdığı “Amerika’nın Yoldan Çıkması” başlıklı yazısında kullanır. Tesich yazısında Amerika’nın otuz yıllık yalan geçmişini ele alır. Watergate skandalından bu yana, Tesich’e göre, Amerikalılar gerçek fobisine yakalanmıştı; artık şunu diliyordu: “Bundan böyle hükümetimizden bizi gerçeğe karşı korumasını bekliyoruz”. Reagan, George Bush (2003 yılındaki Irak’ın işgali anımsanacak olursa) bu fobiyi bilhassa fark etmiş politikacılar oldu. Skandallarla (gerçeklerle) sarsılmayan “istikrarlı, güvenli ve ekonomik olarak gelişen bir ülke” tutkusuyla yanıp tutuşanlar için yalanlara göz yummak ahlaki bir düşkünlük anlamına gelmiyordu artık.
Tesich’in post-gerçek kavramına dönecek olursak; Körfez Savaşı sırasında Amerika’da politikacılar ile kamuoyu arasında trajik bir sözleşme imzalanır. Politikacılar halka şöyle bir teklif sunar: “Size
büyüleyici bir zafer sunuyoruz, kendinizle yeniden gurur duymanızı sağlayacağız, buna karşı gerçeği mi istersiniz; buyurun bakalım neyi tercih edeceksiniz?”
Trajedi, halktan kendisiyle iftihar etmekle gerçek arasında bir tercih yapmasının istenmesidir. Tesich gerçekle kurulan bu trajik ilişkiyi netleştirmek için demokratik rejimler ile totaliter rejimler arasındaki farka işaret eden; halkın yaptığı tercihi nasıl açıkladığını gösteren şu satırları yazar:
“Bugüne kadar diktatörlerin hepsi gerçeği ortadan kaldırmaya çalıştı. Bizse size artık buna gerek kalmadığını söylüyoruz. Öyle mükemmel ‘ahlaki’ bir mekanizma kurduk ki, bu mekanizma artık gerçeğin elinden tüm önemini alacak. Özgür bir halk olarak, gerçek sonrası bir dünyada yaşamaya özgürce karar verdik. Bu dünyada erdemin sıradanlık olduğuna inancımız sonsuz olduğundan, ne olup bittiğini değerlendireceğimiz ilkelerden vazgeçiyoruz. Aptalca olduğu için harika olan bir mekanizma bu. Bu felsefeyi yaşamımızın tamamında ilke ediniyoruz.”
Bir iktidarın halkına dayattığı totaliter yalandan farklı olarak post-gerçek yalan, politikacılar ile halk arasındaki bu tür bir anlaşmaya dayanıyor.
İşte şeytanla imzalanan yeni sözleşme bu. Hepimize hayırlı olsun! Sonja İvekoviç’le birlikte kadeh kaldırmanın tam zamanı: Şerefinize.
Published 26 September 2017
Original in Turkish
First published by Varlik 5/2017 (Turkish version); Eurozine (English version)
Contributed by Varlik © Nilgün Tutal / Varlik / Eurozine
PDF/PRINTPublished in
In focal points
- Facebook and the revolt of the democratic elites
- Conventional bedfellows: The Russian propaganda machine and the western far right
- The weight of soap bubbles
- Co-opting discontent: Russian propaganda in the Bulgarian media
- No freedom to hate: Germany’s new law against online incitement
- Kosovo: Fake news in a struggling democracy
- The election was rigged, the news is fake, and the deep state is out to get us
- Between post-truth and epistemocracy: Positioning a democratic politics
- Post-truth: A new Faustian pact
- Trust me, I’m lying
Newsletter
Subscribe to know what’s worth thinking about.