John McGregor, Kimse Olağanüstü Şeylerden Söz Etmezse adlı romanının başlangıç bölümünde: “Dinlersen, işitebilirsin,” diye yazıyor. “Şehir, ezgisini söylüyor… dinle öyleyse, işiteceğin başka şeyler de var.”1 Camus, bir metninde, bazı şehirler “bir ağız ya da bir yara gibi göğe açılırlar” diyordu.2 Bizim şehrimiz ezgisini söylemekle kalmıyor, haykırıyor. Londra’nın sesi olağandışı biçimde değişti. 7 Temmuz 2005 bombalamalarından bu yana, metro trenlerini dolduran huzursuz sessizlik dışında, Londra ses yelpazesinde sessiz anlar iyice azaldı. 21 Temmuz’daki ikinci başarısız saldırılar dalgasından sonra, yolcular sessizce işlerine gidip geliyor, makineli tüfekleriyle polisleri ya da “Asyalı” veya “Arap” görünümlü insanları hedef alan, etnik kimliğe dayalı “durdurma ve arama” siyasetini fark etmemeye çalışıyorlardı. İki saldırı da Perşembe günü olmuştu; saldırıdan sonraki her Perşembe güvenlik önlemleri artırılıyor, artan güvenliğe onunla koşut bir korku ve dehşet içindeki bekleyiş atmosferi eşlik ediyordu. O yazdan bu yana, polis sireninin tiz sesi, Murray Shaffer’in ana nota sesi adını vereceği şey haline geldi.3
Old Kent Caddesi’nden yaklaşan polis arabasının sesi, Lewisham Yolu boyunca trafikten kurtulmaya çalışırken, daha yüksek gelmeye başlar.4 Londra’nın ses yelpazesinin içerdiği başka şeyler vardır: Havadan geçen bir jet uçağının tok madeni sesi, her yıl Londra’nın ana havaalanlarından geçen 90 milyon yolcudan bazılarını taşır. Hızlanan bir motosikletin ve hareket halindeki arabaların sesi, geçici olarak durduklarında frenlerinin gıcırtısı, havadan geçen bir martı da işittiklerimiz arasındadır. Belki bariz bir nokta, ama terör çoğunlukla hareket teknolojilerini hedef alıyor: otobüs, metro ve uçak. Irkçılığı bir fobi haline getirmiş olanlar, otobüs duraklarına ya da yol kenarındaki duvarlara iğrenç yazılar yazıyor, boşuna insanlar arası teması ve iletişimi yavaşlatmaya çalışıyorlar.
Sonuçta sesler titreşimin duyumsanmasıdır: Kulaklarımız, hareketin titreşimlerini algılar. Kozmopolit Londra’yı dinlemek, ona bakmaktan farklıdır; çünkü ırk ve ırkçılık kısmen göze dayalı farklılık gramerlerine dayanır. Dinleme, bu tür karşılaşmalarda, tenin görsel oyununda kaçırabileceğimiz varlıklara [presences] olanak sağlar. Bugün herhangi bir Londra otobüsüne binin, işiteceğiniz diller, güzergâhınıza bağlı olarak, büyük bir olasılıkla Rusça, Lehçe ya da Brezilyalıların konuştuğu Portekizce olacaktır. Bu diller, görsel olarak her zaman erişemeyeceğimiz yeni hareketlerin ve göçlerin kayıtlarıdır. Hâkim ses, polis sirenleridir; polisin böyle düzenli olarak sirenleri neden kullandığını doğrusu merak ediyorum. Los Angeles’da, eyalet polisi, polis araba sirenlerini aynı anda açarak birçok bölgede asayişi sağlamış. Sirenler, doldurdukları uzamı denetleme arzusu nu barındırıyorlar içlerinde. Belki de, sirenler hep yanı başımızdaydı ve yalnızca biz şimdi fark ediyoruz onları; ne var ki, bundan o kadar emin değilim. Unutulmaması gereken bir nokta da, İngiltere’de polis arabalarının siren kullanmaya 1965 gibi yakın bir tarihte başlamış olmalarıdır. “İki tondaki sesler ve mavi ışıklar”, “yoldan çekil işaretleri” olup, Martin Amis’in “tarifsiz bir dehşet”5 adını verdiği şeyi gösterir hale geldiler.
Bu etkiyi yaratan, sirenlerin tonlarındaki herhangi bir şey değildir; sirenlerin frekansı sıradan bir müziğe dönüştürülebilir, dönüştürülmüştür de. New Cross Caddesi’nde yaşayan bir öğrenci, bana küçük kızının polis sirenlerini duyunca dans etmeye koyulduğunu söyledi. Bu etki, daha çok, siren sesini acil bir duruma ve iç tehdide bağlayan bir geçmişten kaynaklanıyor. Polisler, sirenlere ve arabalara sahip olmadan önce, çıngıraklar, düdükler taşıyorlardı ve yalnızca birkaç seçkin polis arabasının –Woseley’ler– zil kullanma lüksü vardı. Resim 1’de gösterilen çıngırak özellikle ilginçtir, çünkü Birinci Dünya Savaşı sırasında, Londralıları Alman bombardıman zeplinleri akınlarının oluşturduğu tehdide karşı uyarmak üzere taşınıyordu. Bu, sireni, dış saldırı korkusuyla –ister zeplin saldırısı, ister daha sonra uçak ya da füze saldırısı söz konusu olsun– bağlantılı hale getirdi. 1940’lı yıllardan başlayarak, Londra’daki her polis karakolunda bir siren bulunuyordu (bkz. Resim 2). Bunlar, hava akınları sırasında ya da sele karşı halkı uyarmak için çalınıyordu ve Soğuk Savaş sırasında nükleer bir füze saldırısını bildirmek üzere kullanılmaya devam ettiler.
Sirenler, amaçlanmamış ses dalgası işaretleri oluştururlar. Yüksek güvenlik önlemleri gerektiren mahkûmları taşıyan düzenli konvoylar, Belmarsh Hapishanesi’nden yola çıkar, New Cross’tan geçerek, SE28 yolu üzerinden Londra’nın merkezine, Temple Bar’daki Yüksek Mahkeme’ye ulaşırlar. 1991 yılında açılan Belmarsh, 900’den fazla A kategorisi mahkûmu barındırır; bu mahkûmlar arasında anti- terörizm yasaları uyarınca tutulan zanlılar da vardır. Bunun bir sonucu olarak, Belmarsh, Londra’nın Guantanomo Körfezi olarak adlandırılmıştır. Kimi zaman polis arabaları kafilesi ve onlara eşlik eden son derece sıkı güvenlik eskortları, güney Londra boyunca ilerlemekte güçlük çekerler. O zaman, hiç şaşmamacasına, New Cross’taki tek yönlü trafiği ters yönden geçmeye çalışırlar. Bunun yol açtığı kulakları sağır eden tıkanma, bir panik, telaş ve acil durum sahnesine neden olur. Bu şehir hengâmesi sahnelerinin kolaylıkla önüne geçilebilirdi. Belmarsh’ı yapan hapishane mimarları, hapishanenin karşısına bir mahkeme inşa ettiler. Bu tasarımın ardındaki fikir şuydu: Sistemin yargı ile ceza unsurları aynı yerde olacak ve mahkûmlar birkaç yüz metrelik alan içinde mahkeme ile hapishane arasında hareket edebileceklerdi. Ne var ki, yargıçlar güneydoğu Londra’ya kısa bir yolculuk dahi yapmak istemiyor, mahkûmların binlerce sterlin harcanarak ayaklarına getirilmesini yeğliyorlar. Bunun bir istisnası, 21 Temmuz’daki başarısız intihar bombası saldırılarıyla suçlanan kişilerin mahkeme çıkarılmasıydı. Bu kez yargıç, dört davalının “adam öldürmeyi ve patlamalara yol açmayı planlamak”la suçlandığı Belmarsh’a geldi. The Times gazetesi, 8 Ağustos 2005’te, Belmarsh mahkemesindeki sahneyi “şimdiye dek görülmüş en sıkı polis gözetimi” olarak betimliyor ve ekliyordu: “Plastik kaplar bile, içlerinde zararlı maddeler var mı diye inceleniyordu.”6 Sanıklar, o yıl Aralık ayında, Belmarsh’taki hücrelerden video bağlantısı yoluyla Old Bailey’deki mahkeme salonunda beliriyorlardı.7 Sirenlerin sesi de, Londra’nın hapishane coğrafyasını ve nasıl terörle savaştaki suç ortaklarının yerel rutinlerin ve gerçekliklerin bir parçası olduğunu açığa vurup gözler önüne seriyor.
Çoğunlukla polis sirenine, araba kafilesi aşağıdaki sokaklar boyunca kıvrılarak yol alırken, gökte asılı duran helikopterlerin havayı yaran sesi eşlik eder. Goldsmiths College’da yönetici olarak çalışan Jane Offerman: “New Cross Caddesi’nin ara sokaklarından birinde oturduğum için, polis sirenlerinin sesine alışığım,” diye yazıyor. “Helikopterlere alışmak daha zor; akşamları, helikopterlerin sesi televizyonun sesini bastırıyor ve giderek yaklaşan projektör insanda tuhaf bir suçluluk duygusu yaratıyor, birazdan projektör evinizi aydınlatacakmış gibi bir korku! Abu Hamza, Belmarsh Hapishanesi’ne gönderildiğinde, medya aralıksız olarak onun duruşmasına yer veriyordu; ama bir gün, davadaki gelişmeleri haberleri seyrederek değil, Hamza’nın Woolwich’ten New Cross Caddesi yoluyla Old Bailey’e götürüldüğü hapishane taşıtına eşlik eden polis arabalarının –alçaktan uçarak konvoyun ilerleyişini izleyen bir helikopterle birlikte– çıkardığı kulak tırmalayıcı seslere kulak vererek takip edebileceğimi fark ettim.”8
Terörle savaşın ses yelpazesi, şehrin üzerine bir örtü gibi yayılıyor. Sirenler, dehşet ile alarmın karşılıklı olarak birbirini beslediği yakın bir tehdit duygusu yaratıyorlar.9 Eski Yunan’da Phobos, korku, dehşet ve panik tanrısıdır; phobia (fobi) sözcüğü onun adından türemiştir. Polis arabasının ve helikopterin sesi, Temmuz bombalamaları sonrasında Londra’yı saran korkunun hem nedeni, hem sonucudur; bundan dolayı uğradığımız zararın bir parçası da, bir yanlış tanıma atmosferinin yaratılmasıdır. Stockwell metro istasyonunda genç Brezilyalı Jean Charles de Menezes’in polis tarafından vurulması, ölümcül yanlış tanımanın bir örneğidir. 22 Temmuz’da –ikinci başarısız saldırılar dalgasının ertesi günü– polisler görüş alanları içinde bir “intihar bombacısı” görüp onu vurdular. Vurdukları kişi, otomatik silahlar taşıyan görevlilerden kaçan bir delikanlıydı yalnızca. 3 ve 4 nolu resimlerde, Stockwell istasyonunun dışına dikilen geçici anıt görülüyor; bu anıt, hem yerel halkın öldürmeyle ilgili haberleri ve bilgileri bırakabilecekleri, hem ölenin anısına çiçeklerin koyulabileceği bir yer sağlıyor.
Kapı Komşundan Korkmak
Betimlemeye çalıştığım tür yanlış tanıma, 36 nolu otobüse ağır bir çantayı taşımaya çalışan genç bir Asyalı’ya kaygıyla bakan yolcuların bakışında da görülebilir. Londra Ulaşım İdaresi’nin bir poster kampanyasında, Londralılara “Çantanızı Şüpheli Hale Getirmeyin” deniyordu. Şüpheli kişileri belirleyen çantalar değil, ten renkleri ve sakallardı. Muhammed Abdul Kahar’ın yanlış istihbarata dayanılarak vurularak yaralanması, bir başka örnektir. Yirmi üç yaşındaki Muhammed Abdul Kahar ve yirmi yaşındaki Abul Koyair, Londra’nın doğusundaki Forest Gate’te, 250 kişilik bir kolluk gücünün evlerine düzenlediği bir baskınla tutuklandılar. Mohammed Abdul Kahar salıverilmesinden sonra, kendisinin ve ailesinin nasıl terörize edildiğini yazdı: “Sanırım, onların gözünde işlediğim tek suç, uzun sakallı bir Asyalı olmamdı.”10 Bu iki genç herhangi bir suçlama olmaksızın salıverildiler, ama evlerinin niçin böyle hunharca basıldığını asla öğrenemediler. Sakal bıraktıkları, saçlarını usturaya vurdukları ve sık sık yerel camiye gittikleri için ihbar edilmişlerdi.
Hepimiz birbirimize eskisinden farklı bakıyoruz; bu kozmopolit şehri 7 Temmuz’un gölgesinde dolaşan birçok kişinin anlattığı sıradan şeyler de buna tanıklık ediyor. Londra ulaşım polisi, 2005 yılının Temmuz ile Ağustos ayları arasında, antiterörizm yasalarına dayanarak 6.747 kişiyi durdurmuş. Bu durdurmaların etnik dağılımı çok çarpıcı: Durdurulan kişilerin 2.390’ı Asyalılar (toplamın % 35’i), 2.168’i ise beyazlar (toplamın % 32’si). Londra’da Asyalılar nüfusun % 12’sini; beyazlar ise % 63’ünü oluşturur.11 Asyalıların durdurulma olasılığı beş kat fazlaydı. Korku şehri, bir yanlış tanıma politikası üretiyor. Çokkültürlülük tartışmalarında tanıma kavramı çok tartışıldı – öncelikle Charles Taylor’ın bu konuda söyledikleri üzerinde yoğunlaşılarak.12 Sirenler, birbirimizi duymamıza ya da bu korkuya karşı konuşmamıza yardımcı olmuyor; daha çok, seslerimizi işitilmez hale getiriyor.
Tiggy, Jean Charles de Menezes’in vurulduğu gün, Stockwell istasyonunun hemen dışında bir metro treninde eli kolu bağlı kalmıştı. “Şehirde ulaşacağım yere gitmeye çalışıyordum ve metro treni aniden durdu. İlk düşüncem: ‘Tüh, geç kalacağım’ oldu.”13 Tiggy, uzun yıllar Güney Afrika’da yaşamış, orada ırkçılık karşıtı politik mücadele içinde yer almış biri. “Bize önümüzdeki trende bir intihar bombacısının olduğu söylendi; ilk tepkim: ‘Umarım, önce onlar öldürmüştür bombacıyı’ oldu.” Önce polis ateş etmişti; genç Brezilyalıyı durdurduktan sonra başına yedi kez ateş etmişlerdi. “Korkunç değil mi bu,” diye düşünmüştü Tiggy daha sonra, “dünyayı polisin gördüğü gibi görmeye başlıyorsunuz.” Günümüzde sirenlerin gördüğü işin bir parçası da, sürekli savaş ve acil durum duygusunu canlı tutmak ve korkuyu yaymaktır. Korku şehrini yalnızca bombacılar yaratmıyor; daha çok, bombacılar düşüncesiyle uğraşan ve halkın korkularını kötüye kullanan politikacılarla gazeteciler yaratıyorlar.
Uzun süredir sivil haklar konusunda aktif mücadele veren Suresh Grover, solun “getto yaşamına bir tür siyasal banliyöden” bakmak gibi bir suçu olduğunu belirtiyordu.14 Benzeri biçimde, çokkültürlülük üzerine akademik tartışmalarda, iktidardan yoksun kesimlerin otoriter rejim yandaşlığı hakkında keskin sorular sorma konusundaki isteksizlik, bu tartışmaları kısıtlıyor. Bu topluluklar içindeki bazı kimseler, mutlakçı dinsel politika pazarlamacılarına karşı açık konuşmaktan çekiniyorlar. Halihazırdaki atmosfer içinde, Yeni İşçi Partisi hükümeti, inanç temelli bir politikanın serpilmesine uygun bir zemin yarattı. Chetan Bhatt, günümüzün karmaşık sorunları karşısında hükümetin eski sömürgeci stratejiye –“inanç liderleri topluluğu” aracılığıyla iş görme– döndüğünü belirtiyor. Hanif Kureishi’nin 1997’de gösterime giren Fanatik Oğlum filmi, “şaşmaz kesinlikler”in albenisini yakalıyordu. Film, ırkçılığa rağmen İngiltere’ye bağlı ve hayran göçmen bir baba ile tam tersine bu tutumu reddeden oğlu üzerine bir öykü. Oğul, doğduğu ve yetiştiği dünyanın ahlak anlayışını reddederek, siyasal İslam’ın hoşgörüsüz biçimlerini benimsiyor ve babasına: “Sonuçta, kültürlerimiz… birbirine karışamaz,” diyor. Baba, buna karşı çıkarak, her şeyin “çoktan birbirine karıştığı”nı belirtiyor. Oğlu, dişini sıkarak karşılık veriyor babasına: “Bazılarımız çamurdan fazlasını istiyoruz.” Saflığın benimsenmesi ve geçmişin idealleştirilmesi, modern yaşamın karışıklığından kurtulmanın bir yolu. Kureishi’nin mesajı şu: İnsanların kuşkudan değil, kesinlikten dolayı, dünyevi kaygıları ve incinmeleri telafi eden sahte kesinliklerden dolayı acı çektikleri bir çağda yaşıyoruz. Bunlar, yalnızca Kureishi’nin öyküsündeki kişiler için değil, Beyaz Saray’daki ve Downing Street’teki siyasal kast için de geçerli.
İnsanların kozmopolit yaşamın karışıklığıyla yaşamalarının sıradan, gösterişli olmayan yollarını, kozmopolit yaşamın başarısızlığını abartanlara karşı savunmak gerekir. Daha önce belirttiğim gibi, bu değerli karışıklığın niteliklerini herhangi bir hastane bekleme odasında görebilirsiniz. 7 Temmuz bombalamalarının kurbanları, sığınmak ve tedavi görmek üzere buraya getirilmişlerdi. Dünyanın dört bir yanından sağlık çalışanları, hastalarla ilgileniyordu. Doktorların ve hemşirelerin bütün dikkatlerini insanları iyileştirmeye ve yaşamlarını kurtarmaya vermeleri, ırk ya da kültür farklılıklarımızın sonuçta ne kadar önemsiz olduğunu ortaya koyuyordu. Bunlar, çokkültürlülüğün olağan, rutin ve apaçık olduğu umut yerleridir. Bu, meselenin, her şeyin yolunda gittiğini, her gün bombaların patlamadığını dile getirmekten ibaret olduğu anlamına gelmez; mesele, “baskın deneyim, insanların çoğunlukla çokkültürlü yaşamın karışıklığı ve kargaşası içinde yaşamalarıdır” diyerek buna övgü düzmek de değil. Yüzleşilmesi gereken zor sorunlar var ve Suresh Grover, hepimize meydan okuyup, bizi siyasal bir banliyönün sahte rahatlığı içinde konuşmaktan –ister siyasal, ister akademik olarak– vazgeçmeye davet etmekte haklı. Bu, eşit bağlanım ve uyanıklıkla, hem ırkçılığa, hem teröre karşı olan bir siyasal dil bulmak anlamına gelir.
Belki de, yaşamın kendisinin kırılganlığına ve değerine ilişkin bir bilinç, bu korkunç olaylardan sonra kalan son çaredir. Herhangi bir Londralı talihsiz olabilirdi, patlama ayrım gözetmiyordu ve hiç kimsenin patlamaya karşı bağışıklığı yok. O Temmuz sabahı metrodaki karışıklığı görünce, Shahara Islam işe gitmeye çalışmaktan vazgeçmeye karar vermiş; Londra’nın West End’indeki dükkânlara giden 30 no’lu otobüse binmişti. Otobüste dört intihar bombacısının en genci olan 19 yaşındaki Hasib Hüseyin de vardı. Pakistanlı bir anne babanın oğlu olan Leeds doğumlu Hasib, Kings Cross’ta Kuzey hattına katılmayı denemişti, ama hat kapalıydı. Saat 9.47’de üzerindeki bombayı patlattı: Otobüsün çatısı havaya uçtu ve Shahara Islam’la 12 kişi daha yaşamlarını yitirdiler. Shahara, Londra’nın doğusundaki Whitechapel’da yetişmişti ve üç kardeşin en büyüğüydü. Londra Ulaşım İdaresi’nde denetçi olan babası Shamsul, başkente 1960’lı yıllarda gelmişti. Bangladeşli ailesi, Shahara’nın ölümünün teyit edilmesi için öteki kurbanların yakınlarından daha uzun bir süre beklemek zorunda kaldı. Bazılarına göre, bunun nedeni, polisin Shahara’nın bombacı olmasından şüphelenmesiydi. Adli tıp analizi, kısa sürede onun bombacılardan birisi olmadığını ortaya çıkardı. Shahara, bir East End kızı için en sıradan şeyi yapmayı seçen genç bir Müslüman kadınıydı yalnızca: İşe gitmeme fırsatını yakalayınca, alışveriş yapmaya gitmişti. “Shahara bir East End’li, bir Londralı ve bir İngilizdi, ama her şeyden önce gerçek bir Müslümandı ve öyle olmakla gurur duyardı,” diyordu ailesi bombalamalardan sonra yayınlanan bir açıklamada.15 İntihar bombacıları kendilerini ve kendileri gibi insanları öldürdüler, uzaktaki bir düşmanı değil, kendi kültürel ve tarihsel ayna görüntülerini vurdular. Bombacıların kendi içlerinde taşıdıkları izlere karşı belirgin kayıtsızlıklarının yanı sıra çokkültürlülüğün sıradanlığını da algılamamız gerekiyor.
Tony Blair ve İngiliz hükümeti, suçlanan zanlıların haklarını kısıtlamak ve polis gücünün yetkilerini genişletmek için halkın desteğini alabilmek amacıyla terörizm tehdidini kullandılar. 28 Şubat’ta, Başbakan BBC Radyo 4’ün Kadın Saati programında dinleyicilere şunları söyledi: “Bu ülkede, terörist eylemler planladıklarına ya da yapmaya çalıştıklarına inandığımız yüzlerce terörist var.” 2005 yazında, tabloit basının baskısına karşılık olarak, Blair terörle mücadele etmek için gereğince işlenmemiş “on iki nokta planı”nı öne sürdü: Plan, polise herhangi bir suçlama olmaksızın zanlıları 90 güne kadar gözaltında tutma yetkisi vermeyi öneren talihsiz 2000 Terörizm Yasası tasarısını da içeriyordu; tasarı 9 Kasım 200- 5’te Avam Kamarası’nca geri çevrildi.
Mayıs 2006’da, Londra bombalamalarına ilişkin resmi değerlendirme yayınlanmadan önce, bir gazete bir güvenlik yetkilisinin verdiği bilgilere dayanarak, “terör şebekeleri” yle bağlantısı olduğundan kuşkulanılan kişi sayısının üç kat artarak 700’e ulaştığını yazıyordu; sonra, 7 Temmuz’un yıldönümü öncesinde, bu tahmin en az 1.200’ü bulmuştu.16 İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı rakamlar, 30 Eylül 20- 05’e kadar 895 kişinin 2000 yılında çıkarılan Terörizm Yasası uyarınca tutuklandığını gösteriyordu. Tutuklanan bu kişilerden yalnızca 23’ü, terörizm suçlarından hüküm giydiler.17 Bu abartılı rakamların ortasında, Denetim Düzeni’ne tâbi tutulan kişilerin gerçek sayısı yirmiden azdır.18 Kapı komşusundan korkma, tabloit basının popülizmini yatıştırarak ve siyasal destek ile kamuoyunun desteğini alarak, devlet yönetiminde kilit bir silah haline geldi. Bu strateji, politika sanatının kendisi kadar eskidir.
Niccolò Machiavelli, dört yüzyıldan uzun bir süre önce şöyle yazıyordu: “Bir prens, sevgi kazanamıyorsa, nefretten kaçınacak şekilde korku yaratmalıdır.”19 Modern prenslerden nefret edilip edilmediği tartışma götürür bir noktadır, ama korku yoluyla insanların rızasını kazanmanın bir bedeli vardır: Irkçılığı başıboş bırakıp güçlendirir, çokkültürlü buluşma zeminini bozar.
Benjamin Barber’ın belirttiği gibi: “Düşman olan terörizm değil, korkudur ve sonuçta, korku korkuyu altedemeyecektir.”20
Fragmanlar Halindeki Yurtseverlik
1933’teki ilk açılış konuşmasında, Franklin D. Roosevelt şu ünlü sözleri söylemişti: “Korkunun kendisi dışında korkacak hiçbir şeyimiz yok.” Bu korku duygusunu irdelerken, günümüze sesleniyor olabilirdi: “Geri gidişi ileri gidişe dönüştürmek için gerekli çabaları felce uğratan adsız, akıldışı, gerekçesiz dehşet duygusu.”21 Büyük ekonomik durgunluğun etkisiyle, Roosevelt yurttaşlarını bu tür “yaygın zorluklar”ın “yalnızca maddi şeyler” le ilgili olduğunu söyleyerek rahatlatıyordu.22 Bu söylenenler, terör tehdidini abartmak ve bu tehdidi teröre karşı savaşı haklı çıkarmanın bir aracı olarak kullanmak için karşılarına çıkan hiçbir fırsatı kaçırmayan bugünün siyasal liderlerinin söylemiyle net bir karşıtlık içindedir. Bu savaş, hiç de maddi olmayıp, kalıcı ve metafizik görünüyor. Yaşam koşullarına karşı bir mücadele olmaktan çok, bir benlik ve yeniden kurulan ulusal kimlik meselesi; amacı da, geri döndürülemez biçimde birbiriyle bağlantılı bir dünyada “biz” ile “onlar” arasındaki sınırı korumak.
Londra saldırılarının birinci yıldönümünden bir gün önce, Aldgate East bombacısı Shehzad Tanweer’in bir videokaseti Arap haber ajansı El-Cezire’de yayınlandı. Videokaset, Mohammed Sidique Khan kaydının bütün ayırt edici özelliklerini taşıyor, tehditkâr bir seslenme ile Irak’taki savaşa yönelik eleştiriyi kulağa son derece tanıdık gelen bir ses içinde birleştiriyordu.23 Doğrudan önceki yılın olaylarını anımsatıyordu. Birçok trenin ve metro taşıtının üzerine kaygılı bir sessizlik çökmüştü. Sosyoloji profesörü ve yerel bir politikacı olan dostum ve meslektaşım Michael Keith şöyle diyordu:
“Bombalı saldırının yıldönümünden bir gün önce, haftada birkaç kez yaptığım gibi Aldgate East istasyonuna gittim. Kalabalık bir saatte yolculuk ediyordum, ama istasyon normal olarak o saatte olması gerektiğinden çok daha az kalabalıktı. Hani şu basmakalıp deyişle, gerilimi hissedebiliyordunuz. Nasıl? Çoğu zaman, metroyu beklerken, istasyondaki yer balesi Londra’nın ‘iş telaşı’na işaret eder; ama aynı zamanda, ortak bir alanın ve farklı varış noktalarının bilinci içindeki insanlar çabuk çabuk hareket ederken, hızla bir yöne, sonra bir başkasına yürürken, şehrin günlük yaşamından kesitleri gözler önüne serer. Bu kez sanki insanlar koreografilerini yitirmişlerdi, peron boyunca adımlarını dikkatle atıyor, yanında durdukları, yol verdikleri kişileri nazikçe süzüyor, her gün metroyla işe gidip gelenlere özgü altıncı duyudan yoksunmuş gibi davranıyorlardı. Ama en büyük sürprizle trene bindiğimizde karşılaştık. İstasyondaki insanların çoğu beyaz değildi, ağırlıklı olarak Bangladeşliler, ama onların yanı sıra Afrikalılar, Çinliler vardı ve her zamanki East End etnik karışımı söz konusuydu. Ama çoğu, Batılılar gibi giyinmişti. Ve trende, geleneksel İslami tarza uygun olarak giyinmiş sakallı bir adam tek başına oturuyordu. Birbirimize baktık, çünkü tıklım tıklım dolu vagondaki kalan herkes onun yanındaki boş yere oturmaktan özenle kaçınıyordu. Sürekli olarak, birisinin söylemiş olduğu bir söz geçiyordu aklımdan: İntihar bombacıları, kendilerini ölüme hazırlamak için son saatlerinden önce traş olurlar. Metrodaki en güvenli kişi, sakallı olan kişidir.”24
Yanlış tanıma ve korku politikası, yaşamın koreografisine zarar veriyor; yalnızca birlikte yaşama ve otobüsün ya da metro vagonunun kamusal alanını paylaşma yetimizi ağır ağır yok etmekle kalmıyor, riski ve tehlikeyi belirleme yetimizi de engelliyor. Yanlış tanıma politikası, ırkçılığa zemin hazırlıyor; ortaya çıkan kaygılar, renk çizgisindeki ikili bölünmelerle koşutluk göstermiyor ve hiç kimse bu kaygılardan bütünüyle arınmış olamıyor.
Bu sınırların korunması hem gülünç, hem trajik etkilere, neredeyse katışıksız saçmalıklara yol açıyor. Antiterörizm polisi, uçakla Durham’dan Londra’ya gidecek olan bir kişiyi, Clash’in punk rock şarkısı “London Calling”i (1979) dinlediği için, alıkoyup uzun uzun sorgulamıştı. Öyküye popüler basında geniş yer verildi.25 Yirmi beş yaşındaki Harraj “Rab” Mann, taksiyle İngiltere’nin kuzeydoğusundaki Hartlepool’dan Teeside havaalanına giderken, mp3 çalarına yüklemiş olduğu İngiliz müziğinin rock klasiklerini –bunların arasında Procul Harem, Led Zeppelin, Ocean Colour Scene, Beatles ve Clash de vardı– taksinin teybinden dinliyordu. Polisin zihninde kuşku uyandıran, Clash’in şarkı sözleriydi: “Londra uzak şehirlere sesleniyor. Savaş ilan edildi artık ve başlıyor savaş. Londra yeraltına sesleniyor. Dolaplardan çıkın, siz oğlanlar ve kızlar.” Bu açık çağrı, geçmişte gençliği kültürel bir isyana kışkırtma olarak değil, niteliği açısından kuşkulu bir cihada çağrı olarak yorumlanmıştı.
Bu olayı daha yakından irdeleyebiliriz. Harraj, yaşadıklarını İnternet yoluyla aktardı; ben de ona bu yolla ulaştım.25 Telefonda konuşurken, kendisine “Rab” adıyla hitap edilmesini yeğlediğini ve Harraj’ın “Pazar adı” olduğunu söyledi. “Gülünecek bir şey, ama arkadaşlarım –büyük bölümü beyaz– çok kızdı. Akrabalarım anlattığı için, Londra’da bunun gibi olayların sık sık olduğunu biliyorum. Hartlepool’da, gerçekten de Asyalı olduğumu unutuyorum, birkaç Asyalı ya da siyah arkadaşım var, ama Durham havaalanında çok sayıda Asyalı insan yok. İçki içmek için dışarıda bir yere gittiğimde, durdurulan hep ben oluyorum. Gülüp geçiyorum buna, ama şimdi bunun aslında hiç de gülünç olmadığını fark ediyorum.”26 Basında yer alan haberlerin aksine, sonradan, Rab’ın polise bu kışkırtıcı müziği duyan taksi sürücüsü tarafından ihbar edilmediği ortaya çıktı. Havaalanına girerken, ona düşmanca ve kaba davranan havaalanı güvenlik görevlileriyle arasında küçük bir tartışma yaşanmıştı. Antiterörizm polisine haber verenler, bu “oyuncak polisler”di; polis de daha sonra taksi yolculuğu sırasında neler olduğu hakkında taksi sürücüsünü sorguya çekmişti.27
Rab’ın o gün Londra’ya gitmek üzere yola çıkmasının nedeni, Southall ve Illford’da yaşayan akrabalarıyla buluşmaktı. Londra’ya yolculuğunun bir amacı da, ailesinin inancı olan Sih dini hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek ve kendi kültürel kökenini daha iyi tanımaktı: “İnanç gerekli, ama din iki ucu keskin bir kılıç; işin içine politikayla din girince, her şey berbat bir hal alıyor. Ben bilinemezciyim.”28 Rab sosyoloji eğitimi görmüş ve Londra bombalamalarından beri durumun nasıl değiştiği hakkında kendi kuramları var. “Herkes çıldırdı. Gerçekten çıldırdı. Uzağa gitmeye gerek yok, müziğe bakmak yeter, müziğimiz karışık ve iç içe geçmiş, insanlar da öyle. Yemek gibi demek istiyorum, ben İtalyan yemeklerini de, Çin yemeklerini de, Hint yemeklerini de severim. Ama işte şu basmakalıp yargı söz konusu ve insanlar ondan yola çıkarak varsayımlarda bulunuyorlar. Bana büyük bir nefretle ‘Paki’ diye seslenen dokuz yaşında küçük çocuklara rastlıyorum. Dönüp onlara: ‘Siz İrlandalı mısınız, Galli mi, yoksa İskoç musunuz?’ diye soruyorum. Şaşırıp kalıyorlar, o zaman açıklıyorum: ‘Pakistan diye bir yer var, bir de Hindistan diye bir başka yer, annemle babam Hindistan’dan gelmişler. Ben Yorkshire’de doğdum ve siz daha dünyada bile yokken, ben İngiltere’de yaşıyordum.’ Bazen, İngiliz aksanıyla konuştuğumda, yüzlerindeki şoku görebiliyorsunuz. Bu beni üzüyor.” Rab, havaalanı güvenlik görevlileriyle anlaşmazlığını dava konusu etmeyi düşünmüyor, geleceği ve planları –grafik tasarımı bölümünü bitirip, daha sonra lisansüstü düzeyde felsefe okumak– üzerinde yoğunlaşmayı yeğliyor.
Rab’ın günlük yaşamı, bir heterojen İngiliz çokkültürlülüğü öyküsü; bu çokkültürlülük içinde, kültürel ve dinsel farklılıklarla ideolojiler –insanlar bunlar üzerine düşünseler ve bunları açık görüşlülükle sorgulasalar da– yaşamın yalın bir gerçeği olarak bir arada var oluyorlar. İşin gülünç yanı şu: Clash’in “London Calling” adlı şarkısı, Rab’ın toplumla bütünleşmesinin bir göstergesi, savaş sonrası İngiliz gençlik kültürlerinin bünyesinde barındırdığı tarihle bir bağlantı olarak değerlendirilebilirdi. Rab’ın başına gelenler, bu sendromun tek örneği olmaktan çok uzak. 19 Nisan 2004’te, polis Manchester United’ın Old Trafford Stadı’na bombalı bir intihar saldırısı düzenlemeye hazırlanan bir terörist çeteyi yakaladığını duyurdu. Polis, sekiz erkeği, bir kadını ve 16 yaşındaki bir genci tutuklamıştı. Bu kişilere hiçbir suçlama getirilmedi. Peter Oborne, zanlılardan biriyle, bir Kürt sığınmacıyla söyleşi yaptı; söyleşide zanlı, polis sorgulaması sırasında, coşkulu bir Manchester United taraftarı olduğunu açığa vurduğunu söylüyordu. Polis, dairesindeki arama sırasında futbolla ilgili eşyalar bulmuştu; bunlar arasında Old Trafford’un bir posteri, zanlının önceki yıl, takımının Arsenal’le oynadığı maçı izlemek üzere stada geldiğinde hatıra olarak sakladığı bilet koçanları da vardı. Oborne yazısını şöyle bağlıyordu: “Konuştuğum Kürtler, Saddam Hüseyin rejiminin acımasızlığından kaçmak için İngiltere’ye gelmişlerdi. Belki de İngiltere’yle en anlamlı duygusal bağları, Manchester United’a duydukları sevgiydi; hatıraları dairelerinde tutmalarının nedeni de buydu… Gelgelelim, polis büyük bir olasılıkla Manchester United hatıralarını bir bombalı saldırı planının potansiyel kanıtı olarak görmüştü.”29 Sonuç şu oldu: Yanlış yere suçlanan, cani olarak damgalanan bu kişiler, evlerini, işlerini ve arkadaşlarını yitirdiler.30 “Yanlış eller”deki bir Clash şarkısı ya da bir Manchester United Programı, İngiliz kültürüne bağlılığın ya da çokkültürlülüğün kanıtı değil; daha çok, kılık değiştirmiş terörizm olarak görülüyor. Bu, Paul Gilroy’un gözlemini akla getiriyor: Irkçılığın öfkesi artık “yarı farklı ve kısmen tanıdık şeklindeki daha büyük tehdide yöneldi.”31 Bunlar, terörle savaşın rutin hale getirdiği hak ihlallerinin tezahürleridir.
Bu tür karmaşık sorunlar, yanıtın daha güçlü bir ulusal kimlik duygusu olduğu görüşüne kuşku düşürüyor. Tariq Modood, İngilizliği “devrini tamamlamış, içi boşalmış, anlamsız bir proje”32 olarak nitelendiren yazarları küçümsüyor. Modood’a göre, çözüm “yenilenmiş ve yeni bir canlılık kazandırılmış bir İngilizlikle bağlantılı, aslında madalyonun öbür yüzü olan bir çokkültürlülük olmalıdır.”33 Sorun, Paul Gilroy’un etkili biçimde gösterdiği gibi, İngilizliğin, ne yüzleştiği, ne bir kenara bıraktığı sömürgeci geçmişinin etkisi altında olmasıdır. Gilroy’un tanısına göre, İngilizliğe yeni bir canlılık kazandırılması, sömürgeci psikopatolojiyi de –manik coşkunluk ile sömürgecilik sonrası hüznün bir karışımı– canlandırmaktadır.34 George Orwell’in belirttiği gibi: “Her milliyetçinin takıntısı, geçmişin değiştirilebileceği inancıdır.”35 Geçmiş değiştirilemez; ya geçmişle yüzleşir insan, ya onu inkâr eder. Dolayısıyla, fragmanlar halindeki yurtseverlik olarak adlandırılabilecek bir şeyi savunmak istiyorum. Çok eleştirilen Binyıl Kubbesi, sponsorluğunu Marks and Spencer’in yaptığı “Otoportre Bölgesi” adlı bir sergi içeriyordu. Helezonik bir eğik düzlemin üzerinde İngiltere’de yaşayan insanların seçtiği başlıklarla dört yüz fotoğraf görüntüsü yer alıyordu. “İngilizlerin gözüyle İngiltere” alt başlıklı sergi, basmakalıp ya da sıradan görünebilecek bir çerçeve içinde karmaşık bir geçmişi ve bugünü yansıtıyordu. Bahçe sundurmaları, Marmite kapları ve bisküvi görüntülerinin yanı sıra, müzisyen Talvin Singh’in ve genç yaşta öldürülen siyahi Stephen Lawrence’ın anısına Londra’nın güneydoğusundaki Eltham’da Well Hall Caddesi kaldırımına çakılan levhanın fotoğrafları vardı. Çokkültürlülük tartışmasına maddi mecazlar egemen. Yorumcular çoğu zaman katı, net çizgilerle birbirinden ayrılmış parçalardan oluşan “mozaik” fikrini gündeme getirirler; çokkültürlülük de, bu ayrı ayrı parçaların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş resimdir. Burada kültür, alıp satılabilecek, oyun oynanabilecek ve riske edilebilecek bir kumar fişi gibidir. Buna karşılık, “pota” kavramı, “ateşli” buluşmaların farklılığı ortadan kaldırdığı ve kaynaşmaya yol açtığı Amerikalılara özgü bir ırk mantığı mirasına dayanır. Bütün bu mecazların ortak noktası, kültürün içsel olarak maddi bir özelliği olduğu anlayışıdır: Bu, ya mozaik parçalarında olduğu gibi sabittir, ya da bir dönüşümün ısısının sonucu olarak özellikleri değişime uğramıştır.36 Belki de, içsel bir farklılığı temsil etmeyi reddeden fragman kavramı –sözünü ettiğim dört yüz fotoğraf gibi– bir başka mecaz sunar bize. Orwell, Aslan ve Tekboynuz‘un sıkça alıntılanan bölümünde, “karakteristik fragmanlar”dan, bizde bir yer duygusu yaratmak üzere “bir araya gelen düzinelerce küçük şey”den söz eder.37 Orwell, yaşamın sıradan zevklerinin –ister “güzel bir fincan çay” olsun, ister İngiliz mutfağının tadını çıkarma– ciddi kültürel incelemelere konu edilmesi için başka herkes kadar çaba göstermiştir.38 Bu fragmanların değişmez, tutarlı bir ulusal kimlik şeklinde bir araya getirilmesi söz konusu olamaz. Daha çok, milliyetçilik, kralın bütün atlarının ve kralın bütün adamlarının onu bir araya getirme yönündeki çabalarına rağmen parçalanmış olarak kalır. Varlığını sürdürenler, paylaşılabilecek ve birleştirilebilecek olan parçalardır; bunlar, özü itibarıyla değişmez bir kimliğe gerek olmaksızın aidiyete yön verirler. Bu fragmanlar yurtseverliği, değişmez ya da bütünlüklü kimlikler özlemiyle yollarını ayırır ve bu tür büyük ulusal kimliklerin her zaman parçalı bir yapısının olduğunu gündeme getirir. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan bağlar, gevşek, değişken ve açık uçludur, gene de Binyıl Kubbesi sergisinde bir araya getirilen fotoğraflar gibi güçlüdür. Fragmanlar yurtseverliği, sömürgeci nostaljinin geleceğe yönelik kapsayıcı bir yeryüzü çeşitliliğiyle yan yana var olabileceği olağanüstü siyasal enerjiler ve güçler içerir. Kanımca, Paul Gilroy gibi başkalarının “belli bir ölçüdeki ayrımlaşmanın büyük ölçüdeki örtüşmeyle birleştirilebileceği”39 neşeli bir kültür olarak niteledikleri şeyi bu açıdan betimleyip temellendirmemiz gerekir.
Londra’da düzenlenen “Dost ve Düşman – Paylaşılan Mekân, Bölünmüş Toplum” konulu 19. Avrupa Kültür Dergileri Buluşması‘nda 28 Ekim 2006’da bildiri olarak sunulan bu yazı, Les Back’in Temmuz 2007’de Berg Yayınları arasında çıkacak olan The Art of Listening (Dinleme Sanatı) adlı kitabından bir bölümdür.
John McGregor, If Nobody Speaks of Remarkable Things (Londra: Bloomsbury, 2002), s. 1-2.
Albert Camus, Summer in Algiers (Londra: Penguin, 2005), s. 1.
Murray Shaffer, The Soundscape: Our Sonic Environment and Tuning the World (Richmond/Vermont: Destiny Books, 1994), s. 58.
28 Eylül 2005'te yapılan kaydı şu İnternet adresinde dinleyebilirsiniz: www.goldsmiths.ac.uk/csisp/.
Martin Amis, Visiting Mrs Nabokov and Other Essays (Londra: Vintage, 2005), s. 146.
Simon Freeman, "Maximum Security as London Bomb Suspects Appear in Court" ("Londra Bombalaması Sanıkları Mahkemeye Çıkarken Azami Güvenlik"), www.timesonline.co.uk/article/0..22989-1726498_1.00.html.
Associated Press, "London Bombing Suspects Appear in Court, Via Video" ("Londra Bombalaması Sanıkları Video Yoluyla Mahkemeye Çıkıyor"), www.msnbc.msn.com/id/6448213/did/10384766.
Jane Offerman'ın 15 Mayıs 2006 tarihli e-postayla ilettiği kişisel görüşü.
Ses, işkenceciler ve sorgulayıcılar tarafından da kullanılır: Hücre hapsindeki mahkûmlara yüksek sesli müzik dinletilir, çoğunlukla buna yanıp sönen ışıklar eşlik eder. Çalınan müzik, Metallica'nın "Enter Sandman"i gibi ağır metal rock parçalarından televizyondaki çocuk programları şarkılarına --bir dinozor kukla gösterisi olan Barney ve Arkadaşları'ndan "I Love You Song" şarkısı da dahil olmak üzere-- uzanan tuhaf bir yelpazedir. Bkz. Jon Ronson, The Men Who Stare at Goats (Basinstoke ve Oxford: Picador, 2004), s. 130-131. Anılarında kendisine nasıl aralıksız olarak çığlık atan bir kadının sesini dinlettiklerini anlatan Moazzam Begg'in --Küba'daki Guantanamo Körfezi'nde tutuklu bir İngiliz-- yazdıkları daha tüyler ürperticidir. Bkz. Moazzam Begg, Enemy Combatant: A British Muslim's Journey to Guantanomo and Back (Londra: The Free Press, 2006), s. 161.
Muhammed Abdul Kahar, "I Just Thought: One by One They Are Going To Kill Us" ("Tek Düşündüğüm, Bizi Birer Birer Öldürecekleri Oldu"), The Independent, 14 Haziran 2006, s. 2.
Vikram Dodd, "Asian Men Targeted in Stop and Search" ("Durdurma ve Aramada Hedef Alınan Asyalı Kişiler"), The Guardian, 17 Ağustos 2005.
Amy Gutmann, yay. haz., Multiculturalism and the Politics of Recognition (Princeton/New Jersey: Princeton University Press, 1994).
Field Notebook, 27 Temmuz 2005.
Suresh Grover, "After 7/7" ("7 Temmuz'dan Sonra"), Xenos Konferansı, Goldsmiths College, 15 Şubat 2006.
"Obituary [Ölüm İlanı]: Shahara Islam," BBC News On-Line, http://news.bbc.co.uk/1/hi/england/london/4738141.stm.
Bkz. "Security Services Identify 700 Potential Al-Qa'ida Terrorists At Large in Britain" ("Emniyet Teşkilatı, İngiltere'de Serbest Dolaşan 700 Potansiyel El-Kaide Teröristinin Kimliğini Belirledi"), The Independent, 10 Mayıs 2006, http://news.independent.co.uk/uk/crime/article363121.ece ve Frank Gardner, "One Year On: Is Britain Any Safer" ("Bir Yıl Daha: İngiltere Daha Güvenli mi?"), BBC News, http://news.bbc.co.uk/1/hi/uk/5140958.stm .
Audrey Gillan, Richard Norton-Taylor ve Vikram Dodd, "Raided, Arrested, Released: The Price of Wrong Intelligence" ("Basılma, Tutuklanma, Salıverilme: Yanlış İstihbaratın Bedeli"), The Guardian, 12 Haziran 2006, www.guardian.co.uk/terrorism/story/0,,1795482.00.html.
Peter Oborne, The Uses and Abuses of Terror, s. 17.
Niccolò Machiavelli, The Prince (Londra: M. Dent, 1958), s. 93. (Prens, çev. Rekin Teksoy, Oğlak Yayınları, 1999.)
Benjamin Barber, Fear's Empire: War Terrorism and Democracy (New York: Norton, 2003), s. 32.
Franklin D. Roosevelt, "Inaugural Address, 4th March, 1933" ("Açılış Konuşması, 4 Mart 1933"), The Public Papers of Franklin D. Roosevelt, Volume Two: The Year of Crisis, 1933 içinde, yay. haz. Samuel Roseman (New York: Random, 1938), s. 11-16.
A.g.y., s. 11.
Sarah O'Neill ve Daniel McGrory, "I Blame War in Iraq and Afghanistan, 7/7 Bomber says in Video" ("7 Temmuz Bombacısı Videokasette 'Irak ve Afganistan'daki Savaşı Suçluyorum' Diyor"), The Times, 7 Temmuz 2006, s. 4.
12 Temmuz 2006 tarihli e-postayla iletilen kişisel görüş.
Buna şu adresteki "myspace"ten ulaşılabilir: http://blog.myspace.com/index.cfm?fuseaction=blog.ListAll&friendlD=6340317- 2&MyToken=c898b5c2-41a8-9e7a-c56062822c78ML
9 Mayıs 2006 tarihli söyleşi.
2006 yazında, bir havaalanı terörü alarmları dalgasının ardından, Manchester Üniversitesi Bilim ve Teknoloji Enstitüsü'nden iki öğrenci --Sohail Ashraf ile Khurram Zeb-- Monarch Havayolları'nın bir uçağıyla İspanya'nın Malaga şehrine uçuşlarından alıkonuldular. Beyaz yolcular arasındaki zihinsel atmosfer --paranoya ve yanlış tanıma-- öyle yoğundu ki, öğrencilerden uçağı terk etmeleri istendi. "Tipik İngiliz geleneği"ne uyarak güneşin tadını çıkarmak isteyen iki Asyalı öğrenci, tehlikeli potansiyel teröristler olarak görülmüşlerdi.
Aynı yerde.
Peter Oborne, The Uses and Abuses of Terror, s. 28.
A.g.y., s. 26.
Paul Gilroy, After Empire: Melancholia or Convivial Culture (Londra: Routeledge, 2004), s. 137.
Tariq Modood, "Rethinking Multiculturalism After 7/7" ("7 Temmuz'dan Sonra Çokkültürlülüğü Yeniden Düşünmek), Opendemocracy, 29 Eylül 2005, www.opendemocracy.net/debates/article.jsp?id=2&debateId=124&articleId=28-79, s. 7.
Aynı yerde.
Paul Gilroy, After Empire: Melancholia or Convivial Culture (Londra: Routeledge, 2004); "Multiculture in Times of War" ("Savaş Zamanlarında Çokkültürlülük"), Açılış Konuşması, Londra Ekonomi Okulu, 10 Mayıs 2006.
George Orwell, "Notes on Nationalism" ("Milliyetçilik Üzerine Notlar"), The Collected Essays, Journalism and Letters: Volume 3 içinde, yay. haz. Sonia Orwell ve Ian Angus (Londra: Penguin, 1970 [1945]), s. 420.
"Pota" kavramının eksiksiz bir soybilimi için bkz. Werner Sollors, Beyond Ethnicity: Consent and Descent in American Culture (New York ve Oxford: Oxford University Press, 1986), s. 66-101.
George Orwell, "The Lion and the Unicorn: Socialism and the English Genius" ("Aslan ve Tekboynuz: Sosyalizm ve İngiliz Dehası"), The Collected Essays, Journalism and Letters: Volume 2 içinde, yay. haz. Sonia Orwell ve Ian Angus (Londra: Penguin, 1970 [1941]), s. 75.
George Orwell, "In Defence of English Cooking" ("İngiliz Mutfağı Savunusu") ve "A Nice Cup of Tea" ("Güzel Bir Fincan Çay"), The Collected Essays, Journalism and Letters: Volume 3 içinde, yay. haz. Sonia Orwell ve Ian Angus (Londra: Penguin, 1970), s. 56-58 ve 58-61.
Paul Gilroy, "Multiculture in Times of War" ("Savaş Zamanlarında Çokkültürlülük"), Açılış Konuşması, Londra Ekonomi Okulu, 10 Mayıs 2006, s. 28.
Published 18 December 2006
Original in English
Translated by
Kemal Atakay
First published by Varlik 12/2006
Contributed by Varlik © Les Back Eurozine
PDF/PRINTNewsletter
Subscribe to know what’s worth thinking about.