İlk Saptamalar
İstanbul’un hava durumu, gezginleri sıklıkla hayal kırıklığına uğratır, daha güneşli ve sıcak bir hava beklentisi içerisindedirler. Orhan Pamuk, İstanbul hakkındaki yeni kitabında bu hayallerin 19. yüzyılda Nerval, Theophile Gautier ve Gustave Flaubert’in ziyaretlerine kadar uzanan bir geçmişi olduğunu gösterir. Özellikle Flaubert, bu kentle ilgili büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. “İlgisizliğinin bir nedeni İstanbul’un onun aradığı Doğu olmamasıydı.” Flaubert, “bedevilerin, çöllerin, Afrika’nın derinliklerinin, timsahın, devenin ve zürafanın fırından çıkmış Doğu’sunu” tercih ederek, Mısır’a doğru yoluna devam etmişti. Oryantalizm sona erdi, ama hâlâ kendimizi kandırıyor olabiliriz: İstanbul belki de bizim aradığımız Batı değildir… Bu sözlerle, Batı Avrupa’daki düş kırıklığına uğramış Türk dostu olgusuna gönderme yapıyorum. Bir siyaset bilimci olarak lehte ya da aleyhte olmamak, evet ya da hayır, Batı ya da Doğu dememek gibi bir lükse sahibim ve burada size yalnızca melankolik bir kurumsallık yanlısının birkaç saptamasını sunabilirim.
I. İlkeler
Türkiye kırk yıldan uzun bir süredir Avrupa Topluluğu’nun kapısını çalmakta. Başlangıçta, Avrupalı kimliğine ilişkin sorular büyük bir mesele değildi. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun başkanı Walter Hallstein (CDU), 12 Eylül 1963’te AET ile Türkiye arasındaki Ortaklık Anlaşması vesilesiyle, “Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır: Zamanımıza en uygun şekilde, coğrafi bir açıklama ya da tarihsel bir gözlemin kısaltılmış bir ifadesinden ibaret olmayan, birkaç yüzyıldır geçerli bir gerçeğin teyididir,” diye yargıda bulunmuştu. Türkiye’nin Avrupa’yla birleşmesi konusunda çok olumlu bir değerlendirmesi vardı: “Avrupa kültürü ve siyasetinin etkisi açısından tarihte buna benzer bir şey hiç olmamıştır, aslında burada Avrupa’daki en modern olaylarla temel bir ilişkinin varlığını hissetmekteyiz […] Dolayısıyla, etki ve tepkileri açısından Avrupa […] ile Türkiye arasında askeri, siyasi ve ekonomik bir özdeşlik bulunmasından daha doğal bir şey yoktur.”
Türkiye’nin “bir gün” tam üye olacağını öngören, o günlerin “Mr. Europe“unun iyimserliği, dogmatik olarak Türkiye’nin “Avrupa’nın bir parçası olmadığını” ve girişinin sonuç olarak Avrupa Birliği’nin sonu anlamına geleceğini açıklayan bugünün “Monsieur l’Europe“u, AB Konvansiyonu’nun eski başkanı Valéry Giscard d’Estaing’in kesin reddinden ne kadar da farklı! Bunun nedenleri ise kısmen Türkiye’nin iç siyasetindeki gelişmelere, demokrasi, ekonomik kalkınma ve hukukun üstünlüğü açısından yadsınamaz eksikliklerine, ama daha çok 1963’ten bu yana gitgide büyüyen Birlik’in eski üyelerinin çekincelerine bağlıdır. (Wehler, Winkler)
Son kırk yıllık geçmişin ironik yanı; Avrupa Ekonomik Topluluğu bu arada siyasi bir birliğe dönüşürken, Türkiye’nin İslami yönü daha güçlü bir cumhuriyet haline gelmesi ve sonuç olarak 1963’tekinden çok farklı bir bağlamın ortaya çıkması olabilir. Bu durumda öykünün sonu, şimdi kimlik konusunda kuşkulara kapılmış bir AB’nin, koşulan şartlar bugün eskisine göre çok daha eksiksiz yerine getirildiği halde ılımlı İslamcılar tarafından yönetilen Türkiye’nin girişini engellemesi mi olacak? Ve Avrupa Birliği, tam da Türk toplumu ve devletinin kendilerinden istenen siyasi dönüşüm açısından ilerleme kaydettiği sırada, demokratikleşme sürecinde deneyi sona mı erdirecek? Gerek destekleyenlerin, gerekse karşı çıkanların ciddi katkılarda bulunduğu Türkiye’nin AB üyeliği tartışması, ikiye ayrılmaktadır: Bir kanat, Avrupa’nın kendini keşfetme sürecini belgelemekte, ilkelere yönelik ve temelde eski üyelerle ilgili olarak, kimliklerini Türkiye’nin zıddı olarak belirlemektedir – tıpkı geçmişte “Doğu”nun zıddı şeklinde belirlendiği gibi. Bu tartışmada beş kimlik kavramını ayırt edebiliriz:
– Sabit doğal sınırlara sahip bir coğrafi mekân olarak Avrupa;
– Tarihsel bir ortak bir belleğe ve kadere sahip topluluk olarak Avrupa;– Oksident (Abendland) ve Hıristiyan Batı‘nın mirasçısı olarak Avrupa;
– Refah devleti öğelerine sahip bir kapitalist piyasa topluluğu olarak Avrupa;
– Demokrasi ve insan haklarının kalesi olarak Avrupa.
Ancak ne yazık ki coğrafya, Avrupa’nın sürekli Doğu’ya açık olmasının, Batı’nın hızla Hıristiyanlıktan sıyrılmasının ve artan dinsel çoğulcuğunun, neo-liberal küreselleşme tarafından sorgulanan ünlü Toplumsal Model’inin ve hatta demokrasinin özelliği olarak evrensel değerler ve normların bölgelere göre sınırlanamayacağı gerçeğinin izlerini taşır. Avrupa bir tür kültürel öz değil, açık bir tarihsel süreçtir; Avrupa’nın kimliği her zaman gayri merkezi ve bölgeyle sınırlanmamış terimlerle tanımlanmıştır. Eğer dinsel etken dikkate alınacaksa, bunun Avrupa’yı Hıristiyan bir geleneğe bağlayıp sınırlayarak değil, laik bir Avrupa’daki dinsel barış temelinin içselleştirilmesi ve üzerinde düşünülmesiyle, şu kapsayıcı dinsel özgürlük ilkesine göre yapılması gerekir. Avrupa kendisini İslam denilen “öteki”yle kıyaslayarak tanımlayamaz.
II. Uygulamalar
Tartışmanın diğer kanadı, daha “teknik” bir meseleyle, AB Komisyonu ve hükümet başkanlarının Aralık 2002’de Kopenhag’da belirledikleri ve sürekli güncelledikleri kıstasları Türkiye’nin yerine getirip getirmeyeceği ve ne zaman uygulayacağıyla ilgilenmektedir. Ekonomik performansın yanı sıra, her şeyden önce demokratikleşme alanındaki başarısını ve insan ve azınlık haklarında kaydedilen gerçek ilerlemeyi ölçmektedirler. Bence, tam da bu koşullar altında meydana gelen şey, egemen bir devlet (Drittstaat) üzerinde, nefes kesici bir müdahaleci politika deneyi ve dışarıdan yürürlüğe konulan, yine dışarıdan değerlendirilen toplumsal ve siyasi bir değişim rejimidir. Bu, emperyal emellere yakınlığı nedeniyle pek dikkat çekmeyen ya da güvensizlik uyandırmayan bir deneydir. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’ten bu yana zaten takip ettiği zorunlu Batılılaşma programı göz önüne alınırsa, Türkiye’nin AB’ye girme süreci modern tarihin en heyecan verici, radikalliği açısından Japonya’nın 19. yüzyılda başlayan modernleşmesiyle kıyaslanabilecek olan demokratikleşme projelerinden biri haline gelir. Ayrıca, uluslararası ilişkilerde bir insan hakları politikasının artık sadece retorik olmadığı, kesin ve muhtemelen geriye dönülemez sonuçlar üretebileceği gerçeğinin iyi bir örneğidir. Bu, Avrupa’nın Türkiye’ye ne kadar katlanabileceğiyle (ya da tam tersiyle) değil, “Büyük Ortadoğu” nun jeopolitik açıdan hassas bölgesindeki öngörülebilir bir yoğunlaşmış çatışma durumunda, Eski Dünya’nın sivil demokratikleşme seçeneğini yürürlüğe koyma yeteneğiyle ilgili bir meseledir.
Bu perspektifte, bir ülkenin üyeliğe kabulüne, ilk olarak bir yaşam biçimi olarak demokrasiye ne derece ulaşıldığına bakılarak karar verilir; buysa yalnızca düzenli demokratik seçimlerin yapılması anlamına değil, bağımsız bir yargı, adil bir ceza sistemi, etnik ve dinsel azınlıkların kültürel haklarının yanı sıra temel insan haklarına saygı gösterilmesi ve aynı derecede önemli olarak, askerlerin sivil yönetimce denetlenmesi anlamına gelir. Bu, Türkiye’de liberal ve çoğulcu bir demokrasiye giden yolun ne kadar uzun olduğunu bir bakıma ölçme olanağı vermektedir. Diğer yandan, demokratikleşmenin her yerde aynı modele uyarak sürdürüleceği varsayılamaz; bu süreçte daha ziyade, saygı gösterilmesi gereken kültürel duygular ve ince ayarlar görülecektir. 1945’ten sonra her yerde, demokratikleşmeyle Batı toplumlarının örnek yapısı ve serbest piyasa arasında bir bağ kurulmuştur. Türkiye’nin izlediği yolun kendine has diyalektiği, demokratikleşmenin bir yeniden İslamileşme hareketinin yanı sıra ilerleyip o hareket tarafından hızlandırılmış olmasıdır; kanımca son tahlilde dinsel özgürlük ve kültürel özerklik isteğine dayalıdır. Bu ise, bu tür özelcilikleri ve “Osmanlıların çok kültürcülüğü”nü bilinçli olarak gözardı eden Türkiye gibi laik, üniter bir cumhuriyete, böylesi bir dönüşümün ardından yüklenen gerilimi anlamamıza olanak sağlamaktadır.
İkinci bir kıstas, aday ülkenin ekonomik gücüdür ki, bu açıdan Türkiye bugün hızla gelişmekte olsa da tam olarak istikrara kavuşmamış bir ülke düzeyinde görülür. Ancak bu eksiklik diğer kalkınan üyeler için de aşağı yukarı geçerlidir. Ekonomik güç farkıyla ilgili riskler, AB ile gümrük birliği ilişkisinin yanı sıra, bizatihi Türkiye’deki ve Almanya ile diğer AB ülkelerinin “diaspora”sındaki –aynı zamanda ekonomik dinamizm ve entegrasyon kaynağı olan– şirketlerin arasındaki pek çok ulus aşırı ilişki sayesinde zaten mevcuttur. Bu arada, sınırları içerisinde birbirine yakın yaşam standartlarının hüküm sürdüğü bir toplumsal birlik olma hedefi güden bir Avrupa Birliği’nin, daha gevşek yapılı bir serbest ticaret bölgesine kıyasla, daha büyük beklenti ve adaptasyon baskısı altında bulunacağını da unutmamak gerekir. (Bu konuya döneceğim.)
Üçüncü ve güvenlik politikasıyla ilgili kıstas, süregelen tartışmada ‘AB’nin Irak’la sınırdaş olmayı isteyip istemediği’ şeklindeki kışkırtıcı soru bağlamında açıklanmaktadır. Bu seçenek, “eski” ve “yeni” Avrupa sorusunu da gündeme getirmektedir, ancak farklı bir tarzda: Orta Doğu’nun sorunlu bölgeleriyle (ve de ABD’yle) arasına bir mesafe koyan, iyi kötü “Avrupa dostu” bir çevreyle kuşatılmış bir Federal Avrupa devleti yaratacak şekilde topluluğunu (genişletmek yerine) derinleştiren, bir “Kale Avrupa” mı istiyoruz; yoksa dünya çapında müdahale olanağına sahip, yarı-emperyal politikalar izleyebilecek ve ABD’yle açıkça rekabet edebilecek, ama ondan daha hayırsever amaçları olan genişletilmiş bir Avrupa mı? Her iki seçeneğin de Türkiye’ye, ama aynı zamanda Suriye ve İran’a yönelik politikası önemli farklılıklar içerecektir. Zor bir seçimdir bu, ama yapılması gerekmektedir.
Avrupa’yı “derinleştirmek” isteyenler için, Türkiye’nin görece geriliği, nüfusunun gelecekteki büyüklüğü, demokrasisinin askeri vesayet altında olması, İslam’ın varsayılan başkalığı ve bir o kadar önemli olarak, komşularıyla çatışma potansiyeli, hep tetikte olunması gereken unsurlardır. Birliği genişletmek isteyenlerse, gelişen bir Türk ekonomisine, yeni (ve genç) AB yurttaşlarının sayısının artmasına, demokrasinin İslami türlerinin belirmesine, Orta Asya ve Körfez bölgesine köprüler kurulmasına ve en az o kadar önemli olan, tüm bölgede barışın egemenliği olasılığına güvenmektedir.
Şu anda Türkiye tam bir AB üyeliği için ne ekonomik bakımdan, ne de demokrasisinin olgunluk düzeyi bakımından hazırdır. Önemli ilerlemelere karşın, demokratikleşme hâlâ eksiklidir, insan hakları henüz Batı Avrupa standartlarını karşılamamakta, dinsel ve etnik azınlıklar sadece kâğıt üstünde tanınmakta, yakın tarihteki Ermeni katliamının kabulü lafta, silahlı kuvvetlerin sivil denetimi ise zayıf kalmaktadır. Ayrıca, psikiyatri koğuşlarındaki hastaların (ya da yetimhanelerdeki çocukların) veya eşcinsellerin gördüğü muameleye ya da hapishanelerdeki duruma baktığımızda, Türkiye’nin Avrupa’nın özünden ne kadar uzakta olduğunun mihenk taşlarını elde etmiş oluruz. Cinsiyetler arası ilişkiler ve sivil toplum meselelerinde siyasi kültürler arası bir çatışma yaşanmaktadır.
Bu uzun eksikler listesinin ortaya konması, Batılı eleştirmenleri çoğu Batı yanlısı olan Türk muhataplarına karşı zor bir duruma düşürmektedir. Batı yanlısı güçler Türkiye’nin siyasal sisteminde en az Avrupalı eleştirmenler kadar kusur bulmakta, ancak AB üyeliği olasılığının reform sürecini hızlandırmasını beklemektedir. Öte yandan, milliyetçi Türkler AB üyeliğini Türkiye’nin gücünün bir teyidi ve ülkelerine yöneltilen her türlü eleştiriyi de ulusal onurlarının çiğnenmesi olarak görmektedirler. Katılım müzakerelerinin başlaması ertelenmiş veya iptal edilmiş olsaydı, Türkiye’deki Batı yanlıları milliyetçi tepkiden çok daha fazla zarar göreceklerdi. Türkiye’nin Avrupa’ya karşı beslediği karşılıksız sevgi her an nefrete dönüşebileceği gibi, İslami köktencilik ve Turancı milliyetçilik doğuya dönük başka seçenekleri temsil etmeye devam edecektir.
Bu durum, şartlı bir katılımı savunanları, Türkiye’deki resmi makamların geçenlerde Orhan Pamuk’a Ermeni meselesi hakkındaki resmi tutumu sorgulama cüretini gösterdiği için “Türk kimliğini alenen aşağılamak”tan dolayı dava açmak gibi tutumlar sergilemesine rağmen, nazik davranma konusunda olağanüstü bir baskı altında tutmaktadır. Neticede ne tür bir Türkiye’nin AB’ye kabul edilmesi gerektiği hakkındaki belirsizlik –Fransa ve Hollanda’daki AB Anayasası referandumlarında olduğu gibi– kısa vadeli iç sorunlara odaklanan katılım tartışmalarının temelini oluşturmaktadır. Daha önemli olan soru ise şudur: Avrupalıların kendileri ne tür bir Avrupa istiyorlar?
Avrupa’nın entegrasyonunun “derinleştirilmesi” ve “genişletilmesi” burada yüzeysel kutuplardır. Avusturya –Hırvatistan’ı tutarsız bir şekilde hariç tutarak– yeni üyelerin katılımına karşı çıksa da, AB’nin siyasal ve kültürel birliğini derinleştirmek istiyordu. Schröder’in istifasından sonraki Almanya ve zayıflayan bir Jacques Chirac’ın başkanlığındaki Fransa da dahil olmak üzere birçok “eski” Avrupalı, bu tutumu paylaşmaktaydı. “Yeni” Avrupa’nın önde gelen ülkesi Britanya, bir AB anayasasını, Brüksel’in daha fazla yürütme ve yasama erkine sahip olmasını, daha güçlü bir Avrupa Parlamentosu’nu veya Avrupa para birimini istememektedir. Birçok yeni üye gibi, Britanya da farklı ulusların gevşek bağlarla oluşturduğu bir Avrupa’yı; ABD’yle eşit düzeyde jeopolitik bir yarı-imparatorluk tesis edecek yeterlikte bir stratejik eşgüdüme sahip, temelde sınırları çevresine açık olan bir serbest ticaret alanını tercih etmektedir. Temel fark şudur: Gevşek bağlarla oluşmuş bir Avrupa Birliği, içlerinde Gürcistan, Ukrayna ve diğer eski Sovyet devletlerinin, hatta belki de Fas gibi Kuzey Afrika ülkelerinin de yer aldığı her türlü katılım adayına cazip gelirken; kesin bir siyasal kimliğe, yüksek sosyal refah ayrıcalıklarına ve daha homojen bir kültürel yapıya sahip “derinleştirilmiş” bir Avrupa doğal olarak kendini ayrı tutacak ve bu ülkelere pek cazip gelmeyecektir.
Avrupa entegrasyonunun “derinleşmesine” karşı çıkan Britanya’nın Türklere gerçekte teklif ettiği şeyin, tam da Avusturya’nın Angela Merkel’le birlikte desteklediği türden bir “ayrıcalıklı ortaklık” olması aslında bir paradokstur. Britanya’nın kafasındaki yapı, Timothy Garton Ash’e göre, Britanya Milletler Topluluğu’nu bir arada tutan gevşek ittifakı çağrıştırmaktadır. Ancak “tarihin bir cilvesi” olarak, Britanya Türkiye’nin katılım olasılığını güçlendirmekte başarılı olsa bile, Nice Antlaşması’nın Hırvatistan’ın kabulü durumunda gerekeceği şekilde yeniden müzakere edilmesi, daha güçlü bir entegrasyona yol açabilir. Böylece, sonuçta AB’nin hem derinleştiğini, hem de genişlediğini görebiliriz ki, bu da bugün için bir daireyi kareye dönüştürmek gibidir.
Son olarak gözlemlerimi çok basit (ve fazlasıyla basitleştirilmiş) bir sınıflandırma içinde özetleyeyim:
KOMŞULUKTAN YURTTAŞLIĞA
This article is based on a contribution to the panel discussion, “Only neighbours? Turkey and EUrope”, which took place at the 18th European Meeting of Cultural Journals in Istanbul from 4 to 7 November 2005.
Published 21 December 2005
Original in English
Translated by
Osman Deniztekin
First published by Varlik 12/2005
Contributed by Varlik © Claus Leggewie/Varlik Eurozine
PDF/PRINTNewsletter
Subscribe to know what’s worth thinking about.