Holokost: göz ardi edilen gerçek
Genellikle dikkatimizi kitle kıyımı kötülüğünün yeterli, hatta nihai simgeleri olarak görülen Auschwitz ve Gulag üzerinde yoğunlaştırırsak, şu noktayı gözden kaçırmış oluruz: Avrupa’nın belirli bir bölgesinde – aşağı yukarı bugünkü Belarus, Ukrayna, Polonya, Litvanya ve Letonya sınırları içinde kalan bölgede – , 1933-1944 yılları arasındaki on iki yıllık dönemde, yaklaşık 12 milyon kişi Nazi ve Sovyet kitle kıyım politikalarının kurbanı olup yaşamını yitirmiştir.
Avrupa zenginleşiyor olsa da, Avrupalı yazar ve siyasetçilerin zihinleri hâlâ ölümle meşgûl. 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Avrupalı sivillerin kitleler halinde öldürülmeleri, günümüzün netlikten uzak bellek tartışmalarında ana göndermeyi ve Avrupalıların paylaştıkları ortak etiğin – bu etik her ne ise – mihenktaşını oluşturuyor. Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği bürokrasileri, bireysel yaşamları kitlesel ölüme, belirli insanları öldürülmesi gereken “toplam rakam” lara dönüştürmüşlerdi. Sovyetler, karanlık ormanlarda kitleler halinde insanları vurarak öldürdüklerini gizlediler; insanları aç ve susuz bırakarak öldürdükleri bölgelerin kayıtlarını tahrif ettiler. Almanların buyruğuyla köle işçiler toprağı kazıp, Yahudi kurbanların cesetlerini çıkardılar ve bunları dev ocaklarda yaktılar. Biz tarihçiler elimizden geldiğince bu karanlık noktaları aydınlatmak ve bu insanların yazgısını açıklamak zorundayız. Bunu yapmadık. Genellikle kitle kıyımı kötülüğünün yeterli, hatta nihai simgesi olarak görülen Auschwitz, aslında yalnızca bilginin başlangıcıdır, geçmişle henüz gerçekleşmemiş gerçek hesaplaşmanın ipuçlarından biridir.
Auschwitz hakkında bir şeyler bilmemizi sağlayan nedenler, Holokost’u kavramamızı engelleyen nedenlerdir aynı zamanda: Auschwitz hakkında belli şeyleri bilmemizin nedeni, hayatta kalanların olmasıydı; hayatta kalanların olmasının nedeni de, Auschwitz’in bir çalışma kampı ve bir ölüm fabrikası olmasıydı. Bu hayatta kalan kişilerin büyük bölümü, Batı Avrupalı Yahudilerdi, çünkü Batı Avrupalı Yahudilerin gönderildiği yer genellikle Auschwitz’di. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, hayatta kalan Batı Avrupalı Yahudiler istedikleri gibi yazmakta-yayımlamakta özgürdüler; oysa Demir Perde sınırları içindeki Doğu Avrupa Yahudileri bu olanaktan yoksundu. Batı’da, Holokost konulu anılar, çok yavaş ilerleyen bir süreçle olsa da, tarih metinlerine ve kamu bilincine girebildi.
Hayatta kalanlar tarihinin bu biçimi – en ünlü örneği, Primo Levi’nin yapıtlarıdır – , kitlesel öldürmeler gerçeğini olsa olsa yetersiz şekilde yansıtır. Anne Frank’ın Günlüğu, asimile olmuş Avrupalı – Hollandalı ve Alman – Yahudi toplulukları ile ilgilidir; bu toplulukların trajik yazgısı korkunç olmakla birlikte, Holokost’un çok küçük bir parçasını oluşturuyordu. En çok Batı Avrupalı Yahudinin katledildiği 1943 ve 1944 yıllarında, Holokost önemli ölçüde tamamlanmıştı. Savaş sırasında öldürülecek olan Yahudilerin üçte ikisi, 1942’nin sonunda çoktan öldürülmüştü. Ana kurbanlar – Polonya ve Sovyetler Birliği Yahudileri – ölüm çukurlarının kenarında sıkılan kurşunlarla ya da işgal altındaki Polonya’nın Treblinka, Be?zec, Sobibor şehirlerinde içten yanmalı motorlardan çıkan ve gaz odalarına pompalanan karbon monoksitle öldürülmüştü.
Holokost’un simgesi olarak Auschwitz, tarihsel olayın merkezindeki kişileri dışta bırakır. Holokost kurbanları arasındaki en büyük topluluk (din olarak tutucu ve Yidiş konuşan Polonya Yahudileri ya da biraz aşağılayıcı Almanca terimle Ostjuden [Doğu Avrupa Yahudileri]), kültürel açıdan, Batı Avrupalılara – bu arada, Batı Avrupalı Yahudilere de – uzaktı. Onlar, bir ölçüde, bugün de Holokost anısının dışında tutulurlar. Auschwitz-Birkenau ölüm fabrikası, bugün Polonya sınırları içinde kalan, ama o dönemde Alman Reich’ının bir parçasını oluşturan topraklar üzerine kurulmuştur. Bu yüzden, Auschwitz’i ziyaret eden herhangi bir kimse, onu bugünün Polonya’sı ile bağlantılı görür; gene de, burada görece az sayıda Polonya Yahudisi ölmüş, hemen hiç Sovyet Yahudisi ölmemiştir. En büyük iki kurban grubu, Holokost’u anma simgesi Auschwitz’de neredeyse yok gibidir.
Holokost’a uygun bir bakış, Reinhard Operasyonu’nu, yani 1942’de Polonya Yahudilerinin öldürülmesini Holokost tarihinin merkezine koymak durumundadır. Polonya Yahudileri, dünyadaki en büyük Yahudi topluluğu; Varşova da, en önemli Yahudi şehriydi. Bu topluluk, Treblinka, Be?zec ve Sobibor’da yok edilmiştir. Yaklaşık 1.5 milyon Yahudi, bu üç kampta öldürülmüştü; yalnızca Treblinka’da öldürülenlerin sayısı 780.863’ü buluyordu. Bu üç kamptan çok az kişi hayatta kaldı. Auschwitz ve Treblinka’dan sonra Holokost’un en önemli üçüncü “imha” yeri olan Be?zec, neredeyse hiç bilinmez. Bu ölüm fabrikasında yaklaşık 434.508 Yahudi yaşamını yitirmiş ve yalnızca iki ya da üç kişi hayatta kalmıştır. Yaklaşık bir milyon Polonya Yahudisi de başka yollarla öldürülmüştür: Bazıları Khelmno, Majdanek ya da Auschwitz’de katledilmiş; çok daha fazlası ülkenin doğu yarısındaki harekâtlar sırasında vurularak öldürülmüştür.
Sonuçta, gazla öldürülen Yahudilerle aynı sayıda, belki daha fazla Yahudi kurşunla öldürülmüştür, ama acı dolu anımsamada zihinlerden silinmeye yüz tutan doğudaki yerlerde öldürülmüştür onlar. Holokost’un ikinci en önemli kısmı, Doğu Polonya ve Sovyetler Birliği’nde Yahudilerin vurularak öldürülmesidir. Bu kıyım, SS Hareket Birlikleri’nin (Einsatzgruppen) Haziran 1941’de Yahudi erkeklerini kurşuna dizmesiyle başlamış; daha sonra öldürmelerin kapsamı, Temmuzda Yahudi kadın ve çocukların, aynı yıl Ağustos ve Eylül aylarında ise kitlesel olarak Yahudi topluluklarının yok edilmesini içerecek şekilde genişlemiştir. 1941’in sonunda, Almanlar (yerel destek kuvvetleri ve Rumen birlikleriyle birlikte) Sovyetler Birliği ve Baltık devletlerinde bir milyon Yahudiyi öldürmüşlerdi. Bu, bütün savaş boyunca Auschwitz’de öldürülen Yahudilerin toplam sayısıyla aynıdır. 1942’nin sonunda, Almanlar (gene büyük bir yerel destekle) 700.000 Yahudiyi daha vurarak öldürmüşler, böylece denetimleri altındaki Sovyet Yahudi nüfusu tümden yok edilmişti.
Vassily Grossman gibi eli kalem tutan Sovyet Yahudisi tanıklar ve yazarlar vardı. Ama Grossman’ın ve başkalarının, Yahudilere özgü bir olgu olarak Holokost’u anlatmaları yasaktı. Grossman, Treblinka’yı bir gazeteci olarak Kızıl Ordu’yla birlikte Eylül 1944’te keşfetmişti. Belki de kendi ülkesi Ukrayna’da Almanların Yahudilere yaptıklarını bildiği için, Treblinka’da neler olduğunu tahmin edebiliyordu ve bu yer hakkında kısa bir kitap yazmıştı. Grossman, Treblinka’yı “cehennem” olarak nitelendiriyor ve onu savaşın ve yüzyılın merkezine yerleştiriyordu. Oysa Stalin’e göre, kitlesel Yahudi kıyımını “yurttaşlar”ın acı çekmesi şeklinde görmek gerekiyordu. Grossman, Sovyet Yahudilerine karşı Alman suçlarını içeren bir Kara Kitap‘ın derlenmesine katkıda bulundu; Sovyet yetkilileri daha sonra bu kitabı yasakladılar. Stalin yanlış bir tutumla şunu öne sürüyordu: Alman egemenliği altında özellikle acı çeken herhangi bir topluluk varsa, o topluluk Ruslardı. Bu yolla Stalinizm, Hitler’in kitlesel katliamlarını doğru bir bakış açısıyla görmemizi engelliyordu. Uzun sözün kısası, oluş sırasıyla Holokost şuydu: Reinhard Operasyonu, kurşunlarla Şoa, Auschwitz; ya da Polonya, Sovyetler Birliği ve kalanı. Öldürülen yaklaşık 5.7 milyon Yahudi’den aşağı yukarı 3 milyonu, savaş öncesi Polonya yurttaşı; kalan yaklaşık 1 milyonu da, savaş öncesi Sovyet yurttaşıydı: Bu iki grup birlikte, toplamın yüzde 70’ini oluşturur. (Polonyalı ve Sovyet Yahudilerden sonra, öldürülen en kalabalık Yahudi toplulukları, Rumenler, Macarlar ve Çekoslovaklardı. Bu insanlar göz önünde bulundurulursa, Holokost’un Doğu Avrupalı niteliği daha da netlik kazanır.)
Gene de, Holokost’a ilişkin bu düzeltilmiş imge bile, Almanya’nın Avrupa’daki kitlesel öldürme politikalarının kapsamını kabul edilemeyecek ölçüde eksik yansıtıyor. Nazilerin nitelemesiyle Nihai Çözüm, başlangıçta, Sovyetler Birliği’nin yenilgiye uğratıldığı bir savaştan sonra kullanılacak olan imha projelerinden yalnızca biriydi. İşler Hitler, Himmler ve Göring’in umduğu gibi gitseydi, Alman kuvvetleri 1941-1942 kışında Sovyetler Birliği’nde bir Açlık Planı uygulayacaklardı. Ukrayna’nın ve güney Rusya’nın tarım ürünleri Almanya’ya yönlendirildiği için, Belarus, kuzey Rusya ve Sovyet şehirlerindeki yaklaşık 30 milyon kişi açlıktan ölecekti. Açlık Planı, Sovyetler Birliği’nin batısını sömürgeleştirme planı olan ve yaklaşık 50 milyon kişinin yok edilmesini öngören Doğu Planı’nın (Generalplan Ost) başlangıcıydı yalnızca.
Almanlar, bu planlara bir ölçüde benzeyen politikalar yürütmeyi başardılar. Polonyalı olmayan yarım milyon Yahudi’yi, Reich’ın ilhak ettiği topraklardan sürdüler. Sabırsız Himmler, Doğu Planı’nın ilk aşamasının doğu Polonya’da uygulanmasını emretti: On bin Polonyalı çocuk öldürüldü ve yüz bin erişkin yurtlarından edildi. Wehr83 macht, kasıtlı olarak, Leningrad kuşatmasında bir milyon, Ukrayna şehirlerindeki planlı kıtlıklarda ise yüz bin kişiyi aç bırakarak öldürdü. Tutsak alınan yaklaşık üç milyon Sovyet askeri, Almanların esir kamplarında açlık ya da hastalıktan öldü. Bu insanlar kasıtlı olarak öldürüldü: Leningrad kuşatmasında olduğu gibi, insanları aç bırakarak öldürme bilinci ve niyeti söz konusuydu. Holokost gerçekleşmemiş olsaydı, bu, modern tarihteki en kötü savaş suçu olarak hatırlanırdı.
Almanlar, partizan karşıtı harekâtlar kisvesi altında, yaklaşık 750.000 kişiyi öldürdüler. Yalnızca Belarus’ta öldürülenlerin sayısı yaklaşık 350.000, Polonya ve Yugoslavya’da öldürülenlerin sayısı ise daha az, ama Belarus’takine yakındı. Almanlar, 1944 Varşova İsyanı’nı bastırırken, yüz binden fazla Polonyalıyı öldürdüler. Holokost olmasaydı, bu “misilleme”ler de tarihteki en büyük savaş suçlarından bazıları olarak değerlendirilecekti. Oysa, bu olanlar – sözgelimi, Sovyet savaş esirlerinin aç bırakılarak öldürülmesi – , doğrudan ilgili ülkeler dışında hemen hiç anılmaz. Alman işgal politikaları, Yahudi olmayan sivilleri başka yollarla da – örneğin, esir kamplarında ağır işler gördürerek – öldürmüştür. Gene bu kişiler, temel olarak Polonya’dan ya da Sovyetler Birliği’nden gelen kişilerdi.
Almanlar, en büyük kitlesel kıyım girişimlerinde yaklaşık olarak on milyondan fazla sivili öldürdüler; bu kişilerin hemen hemen yarısı Yahudi’ydi, yarısı ise Yahudi değildi. Yahudiler ile Yahudi olmayanlar çoğunlukla Avrupa’nın aynı kesiminden geliyordu. Bütün Yahudileri öldürme projesi önemli ölçüde gerçekleştirilmiş; Slav halklarını yok etme projesi ise çok kısmi olarak uygulanmıştı.
Auschwitz, Holokost’un yalnızca başlangıç aşamasıdır; Holokost da, Hitler’in nihai amaçları hakkında bir fikir vermedir yalnızca. Grossman, Forever Flowing (Sonsuz Akış) ve Life and Fate (Yaşam ve Yazgı) adlı romanlarında hem Nazi, hem Sovyet terörünü cesur bir dille anlatır ve bize şunu hatırlatır: Almanların kitlesel imha politikaları tam olarak anlatılsa bile, yirminci yüzyılın ortasında Avrupa’daki korkunç kıyımın tarihi eksik kalacaktır. Bu, Hitler’in asıl yok etmek istediği devleti, yüzyılın ortasında Avrupalıları kitleler halinde öldüren diğer devleti dışta bırakır: Sovyetler Birliği. Stalin döneminin başından sonuna – 1928-1953 yılları arasında – Sovyet politikaları, “iyimser” bir tahminle, beş milyondan fazla Avrupalıyı öldürmüştür. Demek ki, yirminci yüzyılın ortasında totaliter güçlerin öldürdüğü Avrupalı sivillerin toplam sayısı dikkate alındığında, kabaca aynı büyüklükte üç grubu anımsamamız gerekir: Almanların öldürdüğü Yahudiler, Almanların öldürdüğü Yahudi olmayan kişiler ve Sovyet devletinin öldürdüğü Sovyet yurttaşları. Genel olarak, Alman rejimi Alman yurttaşı olmayan sivilleri; buna karşılık Sovyet rejimi temel olarak Sovyet yurttaşı olan sivilleri öldürüyordu.
Sovyet baskısı, Gulag ile; Nazi baskısı ise, Auschwitz ile özdeşleştirilir. Gulag, köle olarak çalıştırmanın içerdiği bütün korkunç yönlerine karşın, bir kitlesel öldürme sistemi değildi. Sivillerin kitlesel olarak öldürülmesinin siyasi, etik ve yasal kaygıların merkezini oluşturduğunu kabul edersek, aynı tarihsel nokta Gulag için de, Auschwitz için de geçerlidir. Gulag hakkında bilgi sahibiyiz, çünkü Gulag bir dizi ölüm fabrikası değil, bir çalışma kampları sistemiydi. Gulag’ta yaklaşık 30 milyon kişi bulunuyordu ve yaklaşık üç milyon kişi [kamp koşulları yüzünden] kısa sürede ölmüştü. Ama kamplara gönderilen bu kişilerin çok büyük bir bölümü sağ döndü. Tam da bir Gulag edebiyatımız olduğu için (bu edebiyatın en ünlü yapıtı Aleksandr Soljenitsin’in Gulag Takımadaları‘dır), onun korkunç yönlerini zihnimizde canlandırmaya çalışabiliyoruz – Auschwitz’in korkunç yönlerini zihnimizde canlandırmaya çalışabildiğimiz gibi.
Gene de, nasıl Auschwitz dikkatimizi Treblinka’daki daha büyük zulümlerden başka yöne çekiyorsa, Gulag da dikkatimizi açlık ve kurşunlar yoluyla doğrudan ve bilinçli şekilde insanları öldüren Sovyet politikalarından başka yöne çekiyor. Stalinist öldürme politikalarından ikisi son derece önemliydi: 1930-1933 tarımsal ortaklık (kolektivizasyon) kıtlıkları ve 1937-1938 Büyük Tedhiş’i. Bir milyondan fazla Kazak’ın açlıktan öldüğü net olsa da, 1930-1932 Kazak kıtlığının kasıtlı olup olmadığı hâlâ netlik kazanmış değil. Stalin’in 1932-1933 kışında Sovyet Ukraynalılarını kasıtlı olarak aç bırakıp öldürdüğü kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belirlenmiştir. Sovyet belgeleri, 1932’nin Ekim ile Aralık ayları arasında belirgin bir kötülük ve öldürme niyeti içeren bir dizi emri açığa vuruyor. Sonunda, Sovyet Ukraynası’nda yaşayan üç milyondan fazla yurttaş ölmüştü.
Büyük Tedhiş hakkında okuduklarımız da, dikkatimizi bu olayın gerçek yüzünden başka yöne çekiyor. Arthur Koestler’in Darkness at Noon (Gün Ortasında Karanlık) adlı yapıtı büyük bir roman; Alexander Weissberg’in The Accused (Sanık) adlı yapıtı büyük bir anı kitabıdır. İki yapıt da, dikkatimizi Stalin’in kurbanlarından küçük bir grup – kimi zaman Batı’da da bilinen şehirli komünist liderler, eğitimli insanlar – üzerine çeker. Bu imge Büyük Tedhiş’e ilişkin kavrayışımıza hükmeder, ama yanlıştır. Komünist Parti elitleri, emniyet güçleri ve subaylar tarafından “tasfiye” edilen kişilerin sayısı 47.737’i geçmemektedir.
Büyük Tedhiş’in en büyük eylemi Operasyon 00447, temel olarak “kulaklar“a, yani daha önce tarımsal ortaklık sırasında baskı görmüş köylülere yönelikti. Bu eylem 386.798 kişinin yaşamına malolmuştur. Toplam olarak Sovyet nüfusunun % 2’sinden azını temsil eden birkaç ulusal azınlık, Büyük Tedhiş kurbanlarının üçte birinden fazlasını vermiştir. Örneğin, Sovyet yurttaşı olan etnik Polonyalılara yönelik bir operasyonda, 111.091 kişi vurularak öldürülmüştür. 1937 ve 1938’de sözde siyasal suçlardan ötürü uygulanan 681.692 infazın 633.955’ini – toplamın yüzde 90’dan fazlasıı – , kulak operasyonu ve ulusal operasyonlar oluşturuyordu. Bu insanlar gizlice vurulmuş, çukurlara gömülmüş ve unutulmuştur.
Auschwitz ve Gulag’ın vurgulanması, öldürülen Avrupalıların sayısının olduğundan az görünmesine yol açıyor ve öldürmelerin coğrafi odak noktasını Alman Reich’ı ile Rusya’nın doğusuna kaydırıyor. Dikkatimizi Nazi imparatorluğunun Batı Avrupalı kurbanlarına yönelten Auschwitz gibi, kötü ünlü Sibirya kamplarıyla Gulag da dikkatimizi Sovyet öldürme politikalarının coğrafi merkezinden başka yöne çekiyor. Dikkatimizi Auschwitz ve Gulag üzerinde yoğunlaştırırsak, şu noktayı gözden kaçırmış oluruz: Avrupa’nın belirli bir bölgesinde – aşağı yukarı bugünkü Belarus, Ukrayna, Polonya, Litvanya ve Letonya sınırları içinde kalan bölgede – , 1933-1944 yılları arasındaki on iki yıllık dönemde, yaklaşık 12 milyon kişi Nazi ve Sovyet kitle kıyım politikalarının kurbanı olup yaşamını yitirmiştir. Daha genel olarak, Auschwitz ve Gulag’ı düşündüğümüzde, bunları inşa eden devletleri modern tiranlıklar ya da totaliter devletler olarak düşünme eğilimi gösteriyoruz. Ne var ki, Berlin ve Moskova’daki bu tür düşünceler ve siyasi değerlendirmeler, bir gerçeğin göz ardı edilmesine yol açıyor: Kitlesel öldürme, Almanya ve Rusya’da değil; ağırlıklı olarak, Avrupa’nın Almanya ile Rusya arasındaki kesimlerinde olmuştur.
Kitlesel öldürmenin olduğu Avrupa’nın coğrafi, ahlaki ve siyasal merkezi, Doğu Avrupa’dır, özellikle Belarus, Ukrayna, Polonya ve Baltık Devletleridir; bunlar, her iki rejimin sürekli şiddet politikalarına maruz kalan topraklardı. Ukrayna ve Belarus halkı, öncelikle Yahudiler (ama yalnızca onlar değil), en çok acıyı çekmişlerdir, çünkü bu topraklar korkunç 1930’lu yıllar sırasında Sovyetler Birliği’nin birer parçasıydı ve 1940’lı yıllarda Alman baskılarının en kötüsüne maruz kalmıştı. Avrupa, Mark Mazower’in belirttiği gibi, karanlık bir kıtaysa, Ukrayna ve Belarus karanlığın yüreğiydiler.
Nesnel olarak görülebilecek tarihsel değerlendirmeler – sözgelimi, kitlesel öldürme eylemlerinin kurbanlarının sayısının belirlenmesi – yitirilmiş belli bir tarihsel dengenin yeniden kurulmasına yardım edebilir. Almanların Hitler yönetimi altında ve savaş sırasında çektikleri acılar, ölçek olarak korkunç olmakla birlikte, kitlesel öldürme tarihinin merkezinde yer almaz. 1945-1947 yıllarında, Kızıl Ordu’dan kaçarken, Polonya ve Çekoslovakya’dan göç ettirilirken ve Almanya’da yangın bombalarının atılması sırasında ölen etnik Almanlar dikkate alınsa bile, devlet güçleri tarafından öldürülen Alman sivillerinin toplam sayısı görece azdır (bu konuda daha ayrıntılı bilgi için, çerçeve içindeki yazıya bakınız).
Alman yurttaşları arasında doğrudan öldürme politikalarının ana kurbanları, 70.000 “ötenazi” hastası ile 165.000 Alman Yahudisi’ydi. Stalin’in ana Alman kurbanları, Kızıl Ordu’nun ırzına geçtiği kadınlar ile Sovyetler Birliği’nde tutulan savaş tutsaklarıydı. Sovyetler Birliği’ndeki tutsaklıkları sırasında yaklaşık 363.000 Alman esiri – ve bir ihtimal 200.000 Macar – açlık ve hastalıktan ölmüştür. Almanların Hitler’e direnişinin medyada ilgi görmeye başladığı bir zamanda, Hitler’i öldürmeye yönelik Temmuz 1944 tarihli tertibe katılan bazı kişilerin tam da kitlesel öldürme politikalarının merkezindeki kişiler olduğunu hatırlatmak yerinde olur: Örneğin, 1941’deki ilk Holokost dalgası sıra85 sında Belarus’taki öldürme alanlarında Einsatzgruppe B’nin komutanlığını yapan Arthur Nebe; ya da Leningrad’da açlıktan ölen milyonlara yiyecek verilmemesi konusunda karısına neşeli bir mektup yazan, Wehrmacht’ın levazım dairesi başkanı Eduard Wagner.
Anna Ahmatova’yı kolay kolay unutamayız: “Kanı sever Rus toprağı.” Gene de, günümüzde Putin’in Rusya’sında yüksek sesle dile getirilen Rus şehitlik ve kahramanlığını, daha kapsamlı tarihsel arka plana yerleştirmek zorundayız. Aslında, öteki Sovyet yurttaşları gibi Sovyet Rusları da Stalinist politikanın kurbanıydılar; ama Sovyet Ruslarının öldürülme olasılığı, Sovyet yurttaşı Ukraynalılara, Sovyet yurttaşı Polonyalılara ya da diğer ulusal azınlıkların üyelerine oranla çok daha azdı. II. Dünya Savaşı sırasında çeşitli terör eylemlerinin kapsamı, doğu Polonya ve Baltık devletlerini – Sovyetler Birliği’nin bünyesinde erittiği topraklar – içine alacak şekilde genişledi. Bilinen en ünlü olayda, 22.000 Polonyalı, 1940’da, Katyn’de ve dört başka yerde vurularak öldürüldü; on binlerce Polonyalı ve Baltıklı, Kazakistan ve Sibirya’ya göç ettirilmeler sırasında ya da ondan kısa bir süre sonra öldü. Savaş sırasında, birçok Sovyet Rusu Almanlar tarafından öldürüldü, ama öldürülenlerin sayısı oran olarak Belaruslu ve Ukraynalılardan, hele Yahudilerden çok daha azdı. Sovyet sivil ölümlerinin sayısının yaklaşık 15 milyon olduğu tahmin ediliyor. Rusya’da her yirmi beş sivilden biri, savaş sırasında Almanlar tarafından öldürüldü; buna karşılık, bu sayı Ukrayna’da (ya da Polonya’da) her on kişiden biri, Belarus’ta ise her beş kişiden biriydi.
Belarus ile Ukrayna, savaşın büyük bölümü boyunca işgal altında olup, hem Alman, hem Sovyet orduları bütün bu toprağı, biri hücum, biri geri çekilme sırasında olmak üzere iki kez geçiyordu. Alman orduları, Rusya’nın küçük bir kısmından fazlasını asla işgal etmediği gibi, işgal dönemleri de kısa süreli oluyordu. Leningrad kuşatması ve Stalingrad’ın yıkılıp yok edilmesi dikkate alınsa bile, Rus sivillerin uğradığı zarar Belarusluların, Ukraynalıların ve Yahudilerin uğradığı zarardan çok daha azdı. Ölenlerin sayıları konusunda abartılı Rus iddialarında Belarus ve Ukrayna, Rusya olarak; Belaruslular ve Ukraynalılar ise, Rus olarak değerlendirilir: Bu, kurbanları açıkça, toprağı ise dolaylı yoldan sahiplenmek olup, bir şehitlik emperyalizmi anlamına gelir. Rusya devlet başkanı Dmitri Medvedev’in Rus geçmişine ilişkin “tahrifler” i önlemek amacıyla atadığı yeni tarih kurulunun savunacağı çizgi büyük olasılıkla bu olacaktır. Rusya’da halen tartışılmakta olan mevzuata göre, bu paragrafın içerdiği türden beyanlar, ceza gerektiren suç kapsamındadır.
Ukraynalı siyasetçiler, Rusya’nın ortak acı çekmeyi tekeline almasına karşı çıkıyorlar ve Ukraynalıların Holokost işbirlikçileri olduğu şeklindeki Batı Avrupa kaynaklı klişeleri kendilerine özgü bir acı çekme anlatısıyla yanıtlıyorlar: Milyonlarca Ukraynalının Stalin tarafından aç bırakılarak öldürüldüğünü belirtiyorlar. Devlet başkanı Viktor Yuşçenko, on milyon kişinin öldüğünü iddia ederek – dolayısıyla, öldürülen Ukraynalıların sayısını üç kat fazla göstererek – ülkesine büyük zarar veriyor; ama Ukrayna’daki 1932-1933 kıtlığının, bilinçli siyasal kararların bir sonucu olduğu ve yaklaşık üç milyon kişinin ölümüne yol açtığı doğrudur. Holokost dışında, tarımsal ortaklık (kolektivizasyon) politikasının yol açtığı kıtlıklar, yirminci yüzyıl Avrupa’sının en büyük siyasal felâketiydi. Gene de, kolektivizasyon Sovyet gelişme modelinin merkezî unsuru olmayı sürdürdü ve daha sonra Çin Komünist rejimi tarafından kopya edildi; bunun öngörülebilir sonucu, Mao’nun Büyük İleri Atılım’ıyla on milyonlarca insanın açlıktan ölmesi oldu.
Bir yiyecek kaynağı olarak Ukrayna’yla hem Hitler, hem Stalin ilgilenmiştir. İkisi de, tahıl ambarı Ukrayna’yı denetlemek ve kullan86 mak istemiş, ikisi de siyasal kıtlıklara yol açmıştır: Stalin bir bütün olarak ülkede, Hitler ise şehirlerde ve savaş esiri kamplarında. 1941’de bu kamplarda açlığa katlanan Ukraynalı tutsaklardan bazıları, 1933’teki kıtlıktan hayatta kalmış kişilerdi. Bu arada şunu belirtmek gerekir: Ukraynalıların Holokost’un gönüllü işbirlikçileri oldukları görüşü, kısmen, Almanya’nın aç bırakarak öldürme politikalarından kaynaklanır. En kötü ünlü Ukraynalı işbirlikçiler, Treblinka, Belzec ve Sobibor ölüm kamplarındaki nöbetçilerdi. Seyrek olarak anımsanan nokta şudur: Almanlar, bu tür kişilerin – tutsak düşürülmüş Sovyet askerlerinin – oluşturduğu temel kadroları, kendi esir kamplarından sağlıyordu. Almanlar, bazı kişileri Doğu Avrupa’daki büyük bir suçtan – kitlelerin açbıakıarak öldürülmesi – kurtarmı .lardı… onları bir başka suçun, Holokost’un işbirlikçileri kılmak için.
Polonya’nın tarihi, bitmek bilmez bir kargaşadır. Polonya, 1939-1941 arasında bir değil, iki totaliter devletin saldırı ve işgaline uğramıştır, çünkü o dönemde müttefik olan Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği, Polonya’nın topraklarını sömürüp o dönemdeki entelektüellerinin büyük bir bölümünü katletmiştir. Polonya’nın başkenti, II. Dünya Savaşı sırasında Alman iktidarına karşı bir değil, iki büyük ayaklanmanın merkeziydi: Varşova gettosu Yahudilerinin 1943’teki ayaklanması (bu ayaklanmadan sonra getto yerle bir edilmiştir) ile 1944’teki Polonya Ulusal Ordusu Varşova Ayaklanması (bu ayaklanmadan sonra şehrin kalanı yıkılmıştır). Alman medyasında, direniş ve kitlesel öldürmeye ilişkin bu iki temel örnek, 1944 Varşova Ayaklanması’nı anmak üzere beş yılda bir düzenlenen yıldönümlerinin en yakın tarihlilerinin – Ağustos 1994, 1999 ve 2004 (bir sonraki Ağustos 2009’da olacak) – hepsinde birbirine karıştırılmıştır.
Bugünün Avrupa’sında bir Avrupa ülkesi yersiz gibi, başka bir tarihsel âna takılıp kalmış gibi görünüyorsa, o ülke Aleksandr Lukaşenko’nun diktatörlükle yönettiği Belarus’tur. Ne var ki, Lukaşenko ülkesindeki Sovyet katliamlarını görmemezlikten gelmeyi yeğlese ve Kuropaty’de ölülerin gömülü olduğu çukurların üzerine otoyol yaptırmayı istese bile; belli açılardan, Avrupa tarihini, onu eleştirenlerden daha iyi anımsamaktadır. Alman kuvvetleri, Sovyet savaş tutsaklarını aç bırakarak, partizanlara karşı harekâtlarda ise sivilleri vurup öldürerek, 1941-1944 arasında Belarus’u dünyanın en ölümcül yeri haline getirmiştir. Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan Belarus nüfusunun yarısı, II. Dünya Savaşı sırasında ya öldürülmüş, ya zorla yerinden edilmiştir: Bu tür bir şey, başka herhangi bir Avrupa ülkesi için söylenemez.
Belarusluların bu deneyime ilişkin anıları – halihazırdaki diktatörlük rejiminin gündemde tuttuğu anılar – , Batı’dan gelen girişimler konusundaki kuşkuları açıklamaya yardımcı oluyor. Gene de, Batı Avrupalılar, bir noktayı öğrendiklerinde genel olarak şaşıracaklardır: Belarus, hem Avrupa’daki kitlesel katliamların ana merkezi, hem Müttefikler’in zaferine gerçekten katkıda bulunan Nazi karşıtı partizan operasyonlarının üssüydü. Böyle bir ülkenin Avrupa belleğinden bütünüyle silinmiş olması çarpıcıdır. Geçmişe ilişkin tartışmalarda Belarus’un yer almayışı, bellek ile tarih arasındaki farkın en net göstergesidir.
Aynı ölçüde rahatsız edici bir başka şey, ekonominin yokluğudur. Kitlesel öldürmenin tarihi ekonomik hesap ile yakından bağlantılı olmakla birlikte; bellek, katli rasyonel gösteriyormuş izlenimini uyandırabilecek her şeyden kaçınır. Gerek Nazi Almanyası, gerek Sovyetler Birliği, ekonomik kendine yeterliğe giden bir yol takip etmişlerdir: Almanya, Doğu’da bir tarım ütopyasıyla sanayiyi dengelemek; Sovyetler Birliği ise, hızlı sanayileşme ve şehirleşme ile tarım alanındaki geri kalmışlığını aşmak istiyordu. Her iki rejim de, büyük bir imparatorlukta ekonomik kendine yeterliği hedefliyor; bu imparatorlukta her ikisi de Doğu Avrupa’yı denetim altına almaya çalışıyordu. Her ikisi de, Polonya devletini tarihsel bir anormallik olarak görüyordu; her ikisi de, Ukrayna’yı ve zengin toprağını vazgeçilmez görüyordu. İki rejim de, farklı grupları, kendi planlarının düşmanları olarak tanımlıyordu; gene de, amaçlarının bütünselliği açısından herhangi bir Sovyet politikasında, bütün Yahudileri öldürmeye yönelik Alman planının bir muadilini bulamayız. Can alıcı nokta şudur: Kitle katliamını meşru kılan ideoloji, ekonomik gelişmeye ilişkin bir vizyondu aynı zamanda. Kıtlığın, özellikle gıda kıtlığının yaşandığı bir dünyada, her iki rejim de kitle katliamını ekonomik planlama ile bütünleştirmişti.
İki rejim de bunu bize bugün dehşet verici ve tiksindirici gelen, ama o dönemde kalabalık inançlı kitlelerini motive edecek kadar mantıklı görünen usullerle yaptılar. Gıda artık kıt değil, en azından Batı’da; ama öteki kaynaklar kıt ya da yakında öyle olacak. Yirmi birinci yüzyılda, içecek su, temiz hava ve düşük maliyetli enerji yetersizlikleriyle karşı karşıya kalacağız. İklim değişikliği, yeni bir açlık tehdidine yol açabilir.
Kitle katliamları tarihinden öğrenilecek genel bir siyasi ders varsa, bu, ayrıcalıklı gelişme adını verebileceğimiz şeye – devletlerin kurbanlar öngören, ölüm yoluyla refahı teşvik eden bir ekonomik genişleme biçimini gerçekleştirme girişimlerine – karşı dikkatli olma gereğidir. Bir grubun öldürülmesinin bir başka gruba yarar sağlayabileceği ya da en azından böyle görülebileceği olasılığını yok sayamayız. Gerçekten de, Avrupa’nın tanık olduğu ve gene tanık olabileceği bir siyaset biçimidir bu. Buna verilecek uygun tek karşılık, bireye etik bağlanımdır; bireyin ölümüyle değil yaşamıyla önemli olması ve bu tür planların düşünülemez hale gelmesidir.
Günümüz Avrupa’sı, tam da refahı sosyal adalet ve insan hakları ile birleştirmesiyle dikkat çekicidir. Herhalde dünyanın başka herhangi bir kesiminden çok Avrupa, hiç olmazsa şimdilik, ekonomik büyüme yönünde böylesine acımasızca araçsal arayışlardan bağışıktır. Gene de, tarihin her zamankinden daha çok gerekli olduğu bir zamanda, bellek tuhaf şekilde tarihle yollarını ayırabiliyor. Avrupa’nın yakın geçmişi, dünyanın kalanının yakın geleceğine benzeyebilir. Hesabı doğru yapmanın bir nedeni de budur.
Published 25 June 2012
Original in English
Translated by
Kemal Atakay
First published by The New York Review of Books, July 16, 2009
Contributed by Varlik © Timothy Snyder / Varlik / Eurozine
PDF/PRINTPublished in
In focal points
Newsletter
Subscribe to know what’s worth thinking about.