Demokrasi ve Felsefe
Felsefe, Batı siyaset düşüncesinin yukarı tırmandıktan sonra bir kenara attığı bir merdivendir. On yedinci yüzyıldan itibaren, Batının demokratik yapılarının inşa edileceği zemini hazırlamakta önemli bir rol oynamıştır. Bunu, siyaset düşüncesini laikleştirerek –Tanrının istencinin nasıl uygulanacağına dair soruları insanların nasıl daha iyi bir hayat sürdüreceklerine dair sorularla ikame ederek– yapmıştır. Felsefeciler, insanların dinsel vahiyleri, en azından politik amaçlar için bir kenara bırakıp, kendi başlarınaymış gibi – ihtiyaçlarına karşılık verecek yasaları ve kurumları şekillendirmekte, yeni bir başlangıç yapmakta özgürmüş gibi- davranmalarını önermiştir.
On sekizinci yüzyıldaki Avrupa Aydınlanması sırasında, siyasi kurumlar ve siyasi akımlar arasındaki farklar, farklı felsefi görüşleri de yansıtıyordu. Eski rejime sempatiyle yaklaşanlar arasında, devrimsel bir toplumsal değişim isteyen insanlar arasında olduğundan çok daha az sayıda maddeci ateist vardı. Ancak, Aydınlanma değerleri günümüz Batısında az çok kanıksanmış durumda olduğundan, artık durum farklı. Bu günlerde politika önden gidip kılavuzluk ederken, felsefe politikanın arkasından gidiyor. Kişi önce politik görüşünün ne olacağına karar veriyor ve sonra, eğer böyle bir merakı ve ilgisi varsa, felsefi destek arıyor. Ama böyle bir merak tamamen kişinin isteğine bağlı ve oldukça ender görülüyor. Batı entelektüellerinin büyük bölümünün felsefe bilgisi sınırlıdır ve bu pek de umurlarında değil. Onlara göre, politik görüşlerin felsefi inançları yansıttığını düşünmek, köpeğin kuyruğunu değil, kuyruğun köpeği salladığını düşünmekle eşdeğer.Konuşmamın devamında, felsefenin, demokrasi açısından önemsiz sayılışını ayrıntılandırmak istiyorum. Söyleyeceklerimin büyük bölümü kendi ülkemdeki durumla ilgili olsa da, çıkarılacak sonuçların Avrupa demokrasilerinin tümü için geçerli olduğunu düşünüyorum. ABD’de olduğu gibi, bu ülkelerde de “demokrasi” kelimesi zaman içinde iki farklı anlama sahip oldu. Daha dar, minimalist anlamı, erkin, seçilmiş resmi yetkililerin elinde olduğu bir yönetim sistemini işaret ediyor. Bu anlamdaki demokrasiye “anayasacılık” adını vereceğim. Daha geniş anlamdaysa toplumsal bir ideali, fırsat eşitliğini işaret ediyor. Bu ikinci anlama göre, bir demokrasi, bütün çocukların hayatta eşit şanslara sahip olduğu, hiç kimsenin fakir doğmuş olmak veya atalarının köleliği veya kadın olmak veya eşcinsel olmak yüzünden zorluklarla karşılaşmadığı bir toplumdur. Bu anlamıyla demokrasiye “eşitlikçilik” adını vereceğim.
2004 ABD başkanlık seçimlerinde Başkan Bush’un tekrar seçilmesini bütün kalpleriyle dileyen seçmenlere demokrasiye inanıp inanmadıklarını sorduğumuzu düşünelim. Bu soru onları çok şaşırtırdı ve elbette inandıklarını söylerlerdi. Ama bu yanıtla, anayasal rejime inançlarından fazlasını dile getirmiş olmazlardı. İşte bu inançları nedeniyle, seçimin sonuçlarını, bu sonuçlar ne olursa olsun, kabul etmeye hazırlardı. John Kerry kazanmış olsaydı kızmış hatta dehşete düşmüş olacaklardı. Ama yönetimdeki bu değişikliği sokaklara dökülerek engellemeyi akıllarından bile geçirmeyeceklerdi. Pentagon’daki generallerin Bush’u Beyaz Saray’da tutmak için bir askeri darbe yapmaları gerektiği önerisi onları dehşete düşürürdü. Bush’un modern zamanların en kötü ABD Başkanı olduğunu düşünen ve Kerry’nin kazanmasını umut eden 2004 seçmenleri de anayasacıydı. Kerry seçimleri kaybettiğinde perişan oldular, ama bir devrime ön ayak olmayı düşünmediler. Solcu demokratlar ABD anayasasını korumaya en az sağcı cumhuriyetçiler kadar bağlıydı.
Ancak, bu iki gruba demokrasiye inanıp inanmadıklarını sormak yerine, “demokrasi” derken neyi kastettiklerini sorsaydık farklı yanıtlar alabilirdik. Bush’a oy verenler demokrasiyi basitçe özgür seçimler sonucunda işbaşına getirilmiş memurların halkı yönetmesi olarak tanımlarlardı. Ama Kerry’ye oy verenlerin büyük bölümü – özellikle de entelektüeller- Amerika’nın, yüzyıllardır yapılan özgür seçimlere ve zamanla oy kullanma hakkının bütün yetişkin vatandaşları kapsayacak biçimde düzenlenmesine rağmen, henüz tam ehliyetli bir demokrasi olmadığını söylerler. Demek istedikleri, anayasal anlamda bir demokrasi olduğu şüphe götürmezken, eşitlikçi anlamda henüz bir demokrasi olmadığıdır. Çünkü fırsat eşitliği henüz tam olarak sağlanmamıştır. Zenginle fakir arasındaki uçurum kapanmamakta, aksine giderek açılmaktadır. Güç, gittikçe daha az sayıda kişinin ellerinde yoğunlaşmaktadır. Bu solcu demokratlar bize, anne ve babanın tam zamanlı çalışarak yılda 40.000 dolar kazandığı bir evde yetişen, iyi eğitim almamış siyah ve beyaz Amerikalı çocuklarının makus kaderini hatırlatacaklardır. Bu meblağ kulağa hiç de az gelmeyebilir ama Amerika’da, gelir seviyesi bu civarda olan ebeveynlerin çocuklarının üniversite eğitimi alma ve iyi bir işe girme olasılığı yok denecek kadar azdır. Siyasi görüşlerinin solda olduğunu düşünen Amerikalılar için bu eşitsizlik, düpedüz insafsızlıktır. Amerika’nın demokratik olarak seçilmiş bir hükümeti olmasına rağmen hala demokratik bir topluma sahip olmadığının kanıtıdır bu. Walt Whitman, on dokuzuncu yüzyılın ortasında “Democratic Vistas” makalesini yazdığında ABD’deki eğitimli kamuoyunun önemli bir kısmı için “demokrasi”, “temsili hükümet”ten” çok “toplumsal eşitlikçilik” anlamına geliyordu. Terim bu anlamıyla “İlerleme Çağı” sırasında kullanılmaya başlamış, “New Deal” döneminde ise daha da yaygınlaşmıştır. Bu kullanım, Martin Luther King’in önderliğindeki toplumsal haklar hareketinin, feminist hareketin ve eşcinsel haklar hareketinin kendilerini “Amerikan demokrasisinin vaatlerini hayata geçirme” yolunda zincirleme girişimler olarak sunmalarına olanak tanıyordu.
Buraya kadar Amerikan demokrasisinde dinin yeri üzerine hiçbir şey söylemedim. Ama anayasalcı ve eşitlikçi demokrasi anlayışları arasında süregelen kavgayı anlamak için sol kanattaki Amerikalıların dini inançlarının sağ kanattaki insanlarınkinden daha zayıf olduğunu ve dinsel açıdan daha az aktif olduklarını da bilmek gerekir. İnançlı solcular, dini inançları ve siyasi tercihleri arasında denge sağlamak için pek çaba harcamazlar. Onlar, dini özel bir mesele olarak görür, Jeffersoncu dini hoşgörü geleneğine bağlı kalır ve kilisenin ve devletin keskin sınırlarla ayrılması gerektiğini ateşle savunurlar. Buna karşın, sağcı kanat için dini ve politik inançlar genelde iç içe geçmiştir.
Katı Bush taraftarlarının kiliseye gitme olasılığı, katı Kerry taraftarlarınınkinden daha fazladır ve Bush’un Tanrı’yı önemseyen memurlar seçme gerekliliği konusundaki ısrarına sempatiyle yaklaşma olasılıkları da daha fazladır. Onlar genelde Amerika Birleşik Devletleri’ni Hıristiyan Tanrısının kutsadığı bir ulus olarak tanımlarlar. Ülkelerinin “Hıristiyan bir ülke” olduğunu söylemeyi ve Yahudi ve Müslüman Amerikan vatandaşlarının bu sözü gücendirici bulacağını göz ardı etmeyi severler. Amerika’nın ayakta kalan tek süper güç olmasını, tarihsel bir rastlantı olarak değil de ilahi lütfün bir kanıtı olarak görürler.
Bu farklı yaklaşımları yüzünden, siyasi solla siyasi sağ arasındaki karşıtlığın, demokrasinin dini temeller üzerinde inşa edildiğini düşünenlerle felsefi temeller üzerine inşa edildiğini düşünenler arasındaki ayrımı yansıttığı düşünülebilir. Ama, daha önce de belirttiğim üzere, bu yanıltıcıdır. Birkaç teoloji ve felsefe profesörü dışında, hem sağcı hem solcu Amerikalı entelektüeller, anayasal demokrasinin bu iki temelden hiçbirine dayanmadığını düşünür.
Anayasal yönetim biçimi tercihlerini gerekçelendirmeleri istendiğinde her iki taraf da dini veya felsefi ilkelerden ziyade tarihsel deneyimlere başvuracak ve Winston Churchill’in sıklıkla alıntılanan şu ifadesini tekrarlayacaklardır: “Demokrasi, şimdiye kadar denenmiş olan yönetim biçimleri dışında, tahayyül edilebilecek en kötü yönetim biçimidir.” Her iki taraf da özgür medyanın, özgür bir yargı sisteminin ve özgür seçimlerin eski Avrupa monarşilerinin ve faşist ve komünist rejimlerin karakteristiği olan yönetim erkinin kötüye kullanımını önlemenin en iyi biçimi olduğunda hemfikirdir.
Solcular ve sağcılar arasındaki eşitlikçi sosyal mevzuat üzerine tartışmalarda da, çakışan dini inançlar veya felsefi ilkeler konu edilmez. Demokrasiye bağlılığı eşitlikçi topluma bağlılık olarak görenlerle, refah devletini ve fırsat eşitliğini sağlamak için tasarlanmış düzenlemeleri gereksiz bulanlar arasındaki tartışmalar da dini veya felsefi temelde yürütülmez. En fanatik köktenciler bile, Amerikan hükümetinin vergi ödeyenlerin parasını fakir çocukların eğitimi için kullanmaması gerektiğini İncil’den pasajlarla gerekçelendirmeye çalışmaz. Soldaki muhalifleri de, vergileri bu amaçla kullanma gerekliliğinin, Kant’ın “saf aklın mahkemesi” adını verdiği şey tarafından dikte edildiğini iddia etmezler.
Bu iki kutup arasındaki tartışmalar çok daha pragmatik bir düzeyde yürütülür. Sağ kanat, fakirlerin yararına yüksek vergi uygulamasının merkezi bir hükümete, bürokratların iktidarına ve hantal bir ekonomiye yol açacağını iddia eder. Sol ise, devletin aşırı bürokratlaşma ve aşırı-merkezileşme riskinin her zaman olduğunu ama kapitalist bir ekonomik sistemin –binlerce insanı bir gecede işsiz bırakıp, çocuklarını eğitmek bir yana, karınlarını doyurmayı bile imkansızlaştıran bir sistem- yol açtığı eşitsizlikleri giderme ihtiyacının bu tehlikelerden daha ağır bastığını öne sürerler. Sağ, solun kendi beğenilerini toplumun bütününe empoze etmeye aşırı eğilimli olduğunu öne sürer. Sol da buna, sağın “bir beğeni meselesi” adını verdiği şeyin gerçekte bir adalet meselesi olduğunu söyler.
Bu tür argümanlarda, taraflar evrensel geçerliliğe sahip ahlaki yükümlülüklere değil, tarihsel deneyimlere -bir tarafta aşırı mevzuat ve aşırı vergilendirme deneyimleri, bir tarafta da fakirlik ve utanç deneyimleri- başvurur. Sağcılar solcuları bireysel özgürlüğün yeşerebilmesi için hükümeti küçük tutma ihtiyacını idrak edemeyen duygusal sersemler –yürekleri kan ağlayan liberaller- olmakla, solcular da sağcıları kalpsizlikle –kendilerini, kızını okul arkadaşları gibi iyi giyinmesini sağlayacak parayı kazanamayan bir ebeveynin yerine koyamamakla ya da bunu istememekle- suçlarlar. Bu tür polemik yaratan atışmalar pragmatik bir düzeyde sürdürülür ve bunun için teolojik ve felsefi karmaşıklıklara gerek görülmez. Zaten, böyle bir karmaşıklığın taraflardan birine ciddi bir üstünlük sağlaması beklenmez.
Buraya kadar, Amerika’daki güncel siyasi anlaşmazlıkların nasıl bir şekil aldığını aktardım ve felsefenin bu tartışmalarda bir önemi olmadığını vurguladım. Sol ve sağın, ne anayasal hükümeti korumanın gerekliliği üzerinde vardıkları mutabakatın ne de hangi kanunların yürürlüğe gireceği konusundaki anlaşmazlıklarının dini inançla veya felsefi ilkelerle ilgisi olmadığını tartıştım. ABD gibi günümüz demokratik toplumlarında dine veya felsefeye karşı en ufak bir ilginiz olmasa da, politik tartışmalarda çok maharetli ve faydalı bir katılımcı olabilirsiniz. Bu gerçeğe rağmen, hâlâ arada sırada demokrasinin “felsefi temellere sahip olup olmadığı” ve bu temellerin neler olabileceği üzerine tartışmalara rastlıyoruz. Benim özellikle yararlı bulmadığım bu tartışmaların hâlâ sürdürülüyor olmasının nedenini anlamak için, konuşmamın başında işaret ettiğim şu noktayı hatırlamakta yarar var: on sekizinci yüzyılın demokratik devrimleri gerçekleşirken, din ve felsefe arasındaki kavga şu an sahip olmadığı bir öneme sahipti. Çünkü bu devrimler, geçmişe başvurmuyor, demokratik ve laik rejimlerin geçmişteki başarılarını işaret edemiyorlardı. Örnek olarak gösterilebilecek çok az sayıda demokratik ve laik rejim vardı ve onların da pek azı başarılı olmuştu. İşte bu nedenle, kendilerini sadece felsefi ilkelere başvurarak gerekçelendirmek durumundalardı. Devrimciler, aklın evrensel insan haklarını açığa vurduğunu, toplumu rasyonel bir temele oturtmak için de devrimin gerekli olduğunu söylüyorlardı.
On sekizinci yüzyılda, ruhban sınıfı karşıtları, ruhban sınıfının “iman” adını verdiği şeyin yerine “akıl”ı koydular. O zamanların bütün devrimcileri istisnasız ruhban sınıfı karşıtıydı. Esas şikâyetlerinden biri, ruhban sınıfının feodal ve monarşik kurumların tarafından olmasıydı. Örneğin Diderot, son kralın, son papazın bağırsaklarıyla boğulduğunu görmeyi dört gözle bekliyordu. O dönemde Spinoza ve Kant gibi seküler filozofların çalışmaları, devrimsel siyasi etkinliklere ön ayak olacak entelektüel iklimi yaratmada büyük rol oynayacaktı. Kant, İsa’nın sözlerinin bile evrensel insan aklının emirlerine referansla değerlendirilmesi gerektiğini öne sürüyordu. Jefferson gibi Aydınlanma düşünürleri için, aklın ahlaki ve siyasi düşünceler için yeterli bir temel oluşturduğu, vahyin gereksiz olduğu savı çok önemliydi.
Virginia Din Özgürlüğü Yasasının ve ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin yazarlarından biri olan Jefferson zamanının tipik solcularındandı. Felsefe eserlerine büyük ilgi duyar, felsefeyi gerçekten ciddiye alırdı. Bildirgede şu cümleleri yazmıştır: “Biz şu gerçeklerin apaçık oldukları görüşündeyiz: bütün insanlar eşit yaratılmıştır, yaratıcıları onlara vazgeçilemez bazı haklar vermiştir; bu haklardan bazıları yaşama, özgürlük ve refaha erme haklarıdır.” İyi bir Aydınlanma rasyonalisti olarak, aklın bu tür hakikatlerin kaynağı olduğu ve ahlaki ve siyasi konularda rehberlik sağlamada yeterli olduğu konusunda Kant’la hemfikirdi.
Çağdaş Batılı entelektüellerin birçoğu (en etkili ve tanınmış yaşayan filozof olan Jürgen Habermas da bunlardan biridir) Aydınlanma rasyonalizminin çok doğru ve anlamlı bir yönü olduğunu düşünür. Habermas felsefi düşünümün gerçekten de ahlaki ve siyasi bir rehber olabileceğini, çünkü, kendi deyimiyle “evrensel geçerliliği” olan ilkeleri açığa vurduğunu düşünür. Habermas gibi temeldenci filozoflar, felsefenin kültürde, Kant ve Jefferson’ın ona atfettiği rolü oynadığını düşünürler. Habermas’ın “rasyonel iletişimin koşulları” adını verdiği şeyin ne olduğunu anlamak ve bu yolda ahlaki ve siyasi kararlarımızı yönlendirecek kriterleri belirlemek için sadece düşünmek yeterli olacaktır.
Amerika’da ve genel olarak Batı’da, solcu entelektüellerin büyük bir bölümü, demokrasinin de böyle bir temel üzerinde inşa edildiğini kabul eder. Onlar da belirli ahlaki ve siyasi hakikatlerin, tam olarak “apaçık” olmasa da, kesinlikle kültürlerüstü ve tarih dışı olduklarını ve bu halleriyle, salt tarihsel olaylar dizisinin sonuçları olarak görülemeyeceklerini, aksine insan aklının ürünleri olduğunu düşünürler. Benim gibi temeldencilik karşıtı felsefecilerin “insan aklı” diye bir şey olmadığını öne süren yazıları onları kızdırır ve rahatsız eder.
Ne var ki, biz temeldencilik karşıtı filozoflar Aydınlanma rasyonalizmini, dini kendi silahlarıyla –insanlık tarihinin ötesinde ve üzerinde olan ve bu tarih hakkında yargılara varabilen bir şey olduğunu varsayarak- alt etmeye yönelik başarısız bir girişim olarak görürüz. Bizler, haklı olarak, demokratik toplumların feodal toplumlardan, eşitlikçi toplumların ırkçı veya cinsiyetçi toplumlardan daha iyi olduğunu öne sürerken, kıstas alabileceğimiz, neyin “daha iyi” olduğunu gösteren kültürlerüstü bir kriter olmadığını öne süreriz. Okuma yazması olan ve iyi eğitimli seçmenler tarafından özgürce seçilmiş görevliler tarafından yönetilmenin, rahipler ve kralları tarafından yönetilmekten daha iyi olduğuna şüphemiz yoktur ama bu iddianın gerçekliğini teokrasi veya monarşi taraftarı bir insana ispatlamaya da çalışmayız. Tarih okumak, bu kişiyi, görüşlerinin yanlış olduğuna ikna edemiyorsa, başka hiçbir şeyin de edemeyeceğinden şüpheleniriz.
Benim gibi temeldencilik karşıtı felsefe profesörleri, felsefeyi Platon ve Kant’ın önemsediği kadar önemsemez. Bunun nedeni, ahlaki dünyanın felsefi düşünümle ayırt edilebilecek bir yapısının olmadığını düşünüyor oluşumuzdur. Tarihçiyizdir çünkü Hegel’in “felsefe, düşüncede yakalanmış zamanıdır” tezine katılırız. Bana göre Hegel bu teziyle, genelde insanların toplumsal eylemelerinin, özelde de siyasi kurumların somut tarihsel durumların bir sonucu olduğunu ve bu durumların yol açtığı ihtiyaçlara göre değerlendirilmeleri gerektiğini söylemektedir. İnsanlık tarihinin dışına çıkıp, şeylere sonsuzluğun açısından bakmanın imkanı yoktur.
Bu bakış açısına göre, felsefe tarihyazımının yardımcısıdır. Felsefe tarihi, tıpkı sanat ve edebiyat tarihi gibi, felsefi öğretileri ve sistemleri üreten toplumsal durumların bağlamında ele alınmalıdır. Felsefe, kalıcı hakikatlerin dereceli olarak biriktirilmesi anlamında bir bilim dalı değildir ve asla da olmayacaktır.
Hegel’den önceki Batılı filozofların çoğu evrenselci ve temeldenciydi. Isaiah Berlin’in de belirttiği gibi, on sekizinci yüzyıldan önce, Batılı düşünürler insan hayatını bir yapboz bulmacayı çözme girişimi olarak görüyorlardı. Berlin benim, bu düşünürlerin kültürü evrensel felsefi temellere oturtma umutları olarak belirlediğim şeyi şöyle tanımlar:
Bu parçaları anlamlı bir biçimde bir araya getirmenin bir yolu olmalı. Bilge bir kişi, kadiri mutlak bir varlık, -bu, ister Tanrı olsun ister kadiri mutlak bir canlı, siz nasıl algılamak isterseniz öyle olsun- ilkece bütün parçaları anlamlı bir örüntüde bir araya getirme kapasitesine sahiptir. Bunu başaran herhangi biri, dünyanın düzeninin bilgisine vakıf olacaktır: şeylerin ne olduğu, eskiden ne olmuş oldukları, ne olacakları, tabi oldukları yasaların neler olduğu, insanın ne olduğu, insanın şeylerle ilişkisinin ne olduğu ve böylece insanın neye ihtiyacı olduğu, neyi arzuladığı ve bunu nasıl elde edeceği.”1
Ahlaki dünya da dahil olmak üzere, zihinsel dünyanın bir yapboz bulmaca olduğu ve filozofların bütün parçaları yerine oturtmakla yükümlü olduğu düşüncesi, tarihin gerçekte bir önemi olmadığını, yeni bir şey olmadığını ve olmayacağını varsayar. Bu varsayımı temellerinden sarsan üç tarihsel olay vardır. İlki, Amerikadaki ve Fransa’daki devrimler başta olmak üzere, on sekizinci yüzyılın sonunda gerçekleşen demokratik devrimlerdir. İkincisi, edebiyatta ve sanatta, toplumsal gelişmeye en çok katkı sağlayacak olanın filozoflar değil de şairler olduğunu ileri süren romantik harekettir. Bunlardan bir süre sonra ortaya çıkan üçüncü olay da, Darwin’in insan türünün kökenine dair açıklamalarıydı. Bu üç olayın etkilerinden biri, şeylerin yapboz bulmaca halini reddeden felsefecilerin önayak olduğu temeldencilik karşıtı felsefedir. Bu filozoflara göre, Batı felsefe geleneği kalıcı ve istikrarlı olanın, yeni ve olumsal olana tercih edilir olduğunu düşünerek hata etmiştir. Özellikle de Platon, matematiği bir bilme modeli olarak ele almakla hata etmiştir.
Bu bakış açısına göre, insan doğası diye bir şey yoktur çünkü insanlar kendilerini yaşarken, toplumsal eylemelerde bulunurken oluştururlar. Nasıl şairler şiir üretirse, insanlar da kendilerini üretir. Devletin doğasını veya toplumun doğasını kavramak gibi bir şey söz konusu olamaz – sadece görece başarılı ve görece başarısız, düzenin ve adaletin bir bileşimini oluşturmaya yönelik bir dizi girişim vardır.
Temeldenciler ve temeldencilik karşıtları arasındaki farkı daha ayrıntılı biçimde resmetmek için izninizle, Jefferson’ın yaşama, özgürleşme ve refaha erme haklarının apaçık olduğuna dair iddiasına döneceğim. Temeldenciler bu tür hakların evrensel geçerliliğe sahip hakikatler olduğunu, (Asya veya Afrika’dan farklı olarak) özellikle Avrupa’yla ve antik tarihten ziyade modern tarihle ilgili olmadığını savunurlar. Onlara göre, bu tür hakların varlığı, 2’nin kare kökü gibi irrasyonel sayıların varlığına benzer – yeterince çaba göstererek üzerinde düşünen birinin anlayabileceği türden bir şeydir. Bu filozoflar, Kant’ın “ortak ahlaki bilinç”in tarihsel bir ürün olmadığı, insan rasyonalitesinin yapısının bir parçası olduğu savını paylaşırlar. Kant’ın, diğer insanları salt araçlar –salt şeyler- olarak kullanmamamız gerektiğini dikte eden kategorik emri daha sonra Jefferson ve Helsinki İnsan Hakları Beyannamesinin diğer yazarları tarafından somut politik terimlere tercüme edilmiştir. Bu tür tercümeler, Platon’un ve İskender’in zamanında şimdi olduğundan çok daha apaçık kabul edilen ahlaki inanışların tekrar formüle edilmiş hallerinden başka bir şey değildir. Felsefenin görevi, kalbimizin derinliklerinde doğru olduğunu bildiğimiz şeyi bize hatırlatmaktır. Bu anlamda, ahlaki bilmeyi bir hatırlama meselesi olarak, ampirik deneyimlerin bir sonucu olarak değil, a priori bir mesele olarak gören Platon, haklıydı.
Buna karşın, benim gibi temeldencilik karşıtları, Kant’ın kategorik emrinin, sadece tarihsel deneyimin sağlayabileceği somut ayrıntılarla doldurulmadığı sürece boş bir soyutlama kalacağını söyleyen Hegel’le hemfikirdir. Jefferson’ın insan haklarının apaçık olduğu iddiasına da aynı biçimde yaklaşırız. Bize göre, ahlaki ilkeler, belirli deneyim bütünlüklerini bir araya getirmenin yollarından fazlası olamaz. Onları “a priori” veya “apaçık” olarak nitelendirmek, Platon’un ahlaki kesinlik ve matematiksel kesinlik arasında kurduğu yanıltıcı örneksemeyi kullanmakta ısrar etmektir. Hiçbir önerme hem devrimsel siyasi çıkarımlar içerip hem de apaçık biçimde doğru olamaz.
Biz temeldencilik karşıtları, bir önermenin apaçık olduğunu söylemenin salt retorik bir hareket olduğuna inanırız. On sekizinci yüzyıl devrimcilerinin bütün insanlar için talep ettiği hakların varlığı, önceki bin yıl boyunca çoğu Avrupalı düşünür için apaçık değildi. İlk dile getirilişlerinden yaklaşık iki yüzyıl sonra Amerikalılar ve Avrupalılar için apaçık hale gelişleri, insan zihniyle ahlaki hakikat arasındaki bir tür doğal birlikten çok kültür belirlenimli telkinle açıklanabilir.
Biz temeldencilik karşıtları, savlarımızı savunmak için şu gibi nahoş tarihsel gerçekleri işaret ederiz: Sözde demokratik ABD hükümetine göre, bildirgedeki maddeler sadece Avrupa kökenli yurttaşlar için geçerliydi. Amerika’nın Kurucu Babaları bu maddeleri sadece, Avrupanın monarşilerinden kaçıp, Atlantik Okyanusunu geçerek Amerika’ya gelen göçmenler için uyguladılar. Amerikan yerlilerinin – bu toprakların esas sahipleri olan Kızılderililerin- de aynı haklara sahip olduğu düşüncesini pek ciddiye alan yoktu. Direnişçi Kızılderililer katledildi.
Aynı şekilde, Amerikan vatandaşları, kadın haklarını ciddiye almaya, Amerikalı kadınların refaha ermek için Amerikalı erkeklerle aynı olanaklara sahip olup olmadığını kendilerine sormaya, Bağımsızlık Bildirgesinin yayımlanmasından ancak yüz yıl sonra başladılar. Siyah Amerikalıların köle olarak görülmemesi, ancak yüzyıl gibi bir süreden ve çok masraflı ve kanlı bir iç savaştan sonra mümkün oldu. Siyah Amerikalıların beyazlarla aynı haklara sahip, tam mükellef vatandaşlar sayılabilmesi içinse aradan bir yüz yıl daha geçmesi gerekti.
Ülkemin tarihinin bu gerçekleri, Amerika’nın tamamıyla ikiyüzlü bir ülke olduğunu, insan hakları ihlallerine yapılan itirazları hiçbir zaman ciddiye almadığını göstermek için sıklıkla öne sürülür. Ama ben ABD’nin bu yolla reddedilmesinin haksızca ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. ABD’nin geçen iki yüzyıl süresinde çok daha iyi, adil, dürüst ve cömert bir ülke haline gelmiş olmasının nedenlerinden biri, demokratik özgürlüklerin – özellikle basın özgürlüğünün ve konuşma özgürlüğünün- kamuoyunun Avrupa kökenli beyaz erkekleri, Kızılderililere, kadınlara ve siyahlara geçmişte ve günümüzde neler yaptıklarını düşünmeye zorlamasını olanaklı hale getirmiş olmasıdır.
Bana göre, Batı demokrasilerinde insan hakları kapsamının giderek genişlemesinde kamuoyunun oynadığı rol, demokrasiyi mümkün olan diğer yönetim şekillerinin tümüne tercih etmek için en iyi nedendir. ABD tarihi, esasen, malsahibi olan beyaz erkeklerin refahını sağlamayla ilgili bir toplumun, nasıl fakir siyah kadınların senatör, bakan ve yargıç görevlerine atandığı bir topluma adım adım ve barışçıl yollardan dönüştüğünü gösterir. Jefferson ve Kant, Batı demokrasilerinin son iki yüzyılda geçirdiği değişimi görselerdi, çok şaşırırlardı. Çünkü onların telaffuz ettiği felsefi ilkeler, siyahların beyazlarla eşit muamele görmesini veya kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesini öngörmüyordu. Onların farazi şaşkınlığı, temeldencilik karşıtlarının, ahlaki düşüncenin, matematikten farklı olarak, rasyonel düşünümün bir sonucu olmadığına dair savlarının da bir kanıtıdır. Burada esas mesele, daha iyi bir gelecek tasarlamak ve bu geleceği hayata geçirmeye çalışırken olanları çok iyi gözlemlemektir. Ahlaki bilme de, bilimsel bilme gibi, her şeyden önce deneyler tasarlamak ve bu deneylerin sonuçlarını beklemekle oluşur. Örneğin, kadınlara seçme ve seçilme hakkı iyi sonuç vermiş, güdümlü ekonomiyse başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Aydınlanmadan bu yana ahlaki ilerlemenin tarihi açıkça göstermiştir ki, demokrasilerde önemli olan, ifade ve basın özgürlüğü olduğu kadar, kızgın vatandaşların iyi iş yapmayan seçilmiş görevlileri daha iyileriyle değiştirebilmesidir. Bir ülkede demokratik seçimler yapılıyor olabilir, ama kötü muamele gören vatandaşlar mağduriyetlerini ifade etme şansına sahip olmadıkça o ülke ahlaki açıdan bir ilerleme kaydedemez. Bir ülkede iş başındaki hükümet fırsat eşitliğini sağlamak için herhangi bir adım atmasa bile, o ülke teoride kurumsal bir demokrasi sayılır. Pratikte, siyasi meseleleri açıkça tartışma ve siyasi adaylar gösterme özgürlüğü, eşitlikçilik anlamındaki demokrasinin, anayasal hükümet olarak demokrasinin doğal sonucu olmasını sağlar.
Temeldencilik karşıtı bu uzun konuşmamın ana fikri, Avrupa Aydınlanmasının en önemli sonucu olan laikleşmeyi yaşamamış olan veya ancak yeni yeni anayasal hükümet oluşturma yoluna giren ülkeler için, Batı felsefe tarihinin özellikle faydalı bir alan olmadığıdır. Çeşitli ülkelerde yürütülen çeşitli toplumsal deneylerin başarılarının ve başarısızlıklarının tarihini incelemek çok daha faydalı olacaktır. Eğer biz temeldencilik karşıtları haklıysak, toplumu felsefi temeller üzerine oturtma girişimi, tarihsel kayıtlardan ders çıkarma girişimiyle ikame edilmelidir.
Bu makale, Richard Rorty’nin Nisan 2004’de Tahran Kültürel Çalışmalar Merkezi’nde yaptığı bir konuşmanın metnidir. Konuşma, Ramin Cihanbeglu tarafından organize edilen ve çok sayıda Batılı düşünürün katıldığı bir etkinlik kapsamında yapılmıştır. Etkinliğe Rorty’nin yanısıra Jürgen Habermas, Noam Chomsky, Ágnes Heller, Timothy Garton Ash, Michael Ignatieff, Adam Michnik ve Paul Ricoeur katılmıştır. Ramin Cihanbeglu 30 mart 2006’da İran polisi tarafından tutuklanmış, uluslararası tepkilere rağmen gözaltında tutulmuştur. Beş aylık bir soruşturma sürecinden sonra 2006 yılının ağustos ayında serbest bırakılmıştır. Sorgulamasında, Batılı diplomatlarla işbirliği içinde, İran’daki rejimin yerine Batılı bir rejim getirecek bir “kadife devrim” planladığını baskı altında itiraf etmiştir.
Isaiah Berlin, Roots of Romanticism, s. 23.
Published 30 June 2008
Original in English
Translated by
Şeyda Öztürk
First published by Cogito 54 (2008) (Turkish version); Kritika&Kontext 33 (2007) (English version)
Contributed by Cogito (Turkey) © Richard Rorty / Cogito (Turkey) / Eurozine
PDF/PRINTNewsletter
Subscribe to know what’s worth thinking about.